George Orwell ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

Kitap Yorum
George Orwell ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

George Orwell kitapları gerek anlatımı, gerek işlediği konu itibariyle, güncelliğini yitirmeyecek ve hayatın her döneminde tekrar tekrar okunabilecek bir yapıya sahiptir. “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ü ilk okuduğum zamandan bu yana yıllar geçti ve zihnime kazınan sahneleriyle “Hayvan Çiftliği ile birlikte kitaplığımda özel bir yer edindi.

Geçen sene Orwell’ın diğer kitaplarını da edinip, yazarı daha iyi tanımak maksadıyla art arda okuma kararı aldım. Aspidistra, Burma Günleri, Paris ve Londra’da Beş Parasız,  Neden Yazıyorum, Boğulmamak İçin, Wigan İskelesi Yolu, Papazın Kızı ve yıllar sonra tekrar okunan Hayvan Çiftliği

Her biri keyifle okunan birbirinden güzel kitaplar.

Yazarın ölümünden iki yıl önce, 1948 yılında tamamladığı ve 1949 yılında basılan “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” son kitap özelliği taşıdığı için benim listemde de son sırayı aldı. Onunla kapatmak istedim Orwell okumalarımı.

Deneyimlere Dayanan Bir Öngörü.

Orwell romanını “Ütopya” olarak tanımlasa da, yıllar boyu “kara ütopya” olarak adlandırılır ve “Distopya” kategorisinde yer bulur kendine “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”.

Özgürlüklerin birer birer yok edildiği, düşüncelerin öldürüldüğü, insanların her daim “tele ekranlar” ile gözetlendiği, düşünce polislerinin “aykırı” düşüncelere sahip olanları birer birer avladığı, “Büyük Birader” tarafından yönetilen Okyanusya bir nevi “distopya” örneğidir. Bir nevi diyorum çünkü Orwell’ın anlattığı yaşam gerçekleşmesi zor, sadece düşüncelerde var olabilecek kötü bir senaryo olmaktan ya da kehanetten çok ötedir. En basit tanımıyla “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”te yazılanlar Orwell’ın deneyimlerine dayanan bir öngörüdür.

Orwell kitabıyla ilgili, “anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim.” der. Onun açısından çok zor değildir böyle bir toplumun gerçekleşeceğini tahayyül etmek. Çünkü zorbalık ve baskı tarihin her döneminde farklı şekillerde yer bulmuştur kendine.

Yüzyıllar boyu aykırı düşünenler yok edilir. Yaşananlar çok çabuk unutulur. İnsanlar onlar için seçilen yönetim şekline göre şekillenir. Güçlü olana biat etmek bir tür gelenektir insanlar arasında. Korkuyla yönetilirler, düşünceleri ve yaşamları korkunun esareti altındadır. Başkaldıran azınlık ise en kısa süre içinde yok edilir.

Özgürlüklerin Yok Edildiği Sonu Despotizmle Sonuçlanacak Tüm Sistemlere

Orwell okuyanlar, yazarın sosyalizm ve komünizm hakkındaki düşüncelerini, sosyalistlere ve Marksistlere yönelik yapmış olduğu eleştirileri az çok bilir. “Hayvan Çiftliği”ndeki Napolyon’un ve  “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”teki “Büyük Birader”in Stalin’i, “Hayvan Çiftliğinde”ki Snowball’ın ve “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”teki Emmanuel Goldstein’in Troçki’yi temsil ettiğini söylemeyen yok gibidir. Hatta “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”te nefret izlencelerinin anlatıldığı bölümde kitabın baş karakteri Winston’a Goldstein karakterinin ekranda beliren yüzünü anlattırırken Troçki’yi resmettirir Orwell. Genel itibariyle de Stalin karşıtı bir tutum sergiler. Ancak her iki kitapta sadece Stalin yergisi olarak kabul edilmekten çok uzaktır.

“Aslında hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu”

Erich Fromm, Orwell’ın eseri için; “okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü, yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yetinir ve bizi de [Batı] kastettiğini görmezse çok yazık olur...” der.

Silinen Hafızalar, Yok Edilen Bir Tarih

Yönetim biçimi ne olursa olsun baskı ve zorbalığın hüküm sürdüğü bir dünyayı resmeder Orwell. İnsanların düşünmesinin engellendiği bu dünyada partinin her dediği doğru kabul edilir.

Bir gün önce yirmi grama düşürüldüğü söylenen çikolata tayınının, bir gün sonra yirmi grama çıkartıldığı söylenildiğinde halk bunu coşkuyla karşılar. Hafızaları, geçmişleri yoktur. Sadece o an vardır. Sorgulamaz ya da düşünmezler. Çünkü Okyanusya halkı için; “Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.

"Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar."

Geçmiş sürekli değiştirilir. O günün durumuna uygun düşmeyen tüm haberler silinir arşivlerden. Büyük Birader’in söylediğinin aksini ispat edecek hiçbir şeyin var olmasına izin verilmez.

Anlatacak Kelime Bulamazsan, Düşünemezsin!

Değişimin tamamlanması ve beyinlerin öldürülmesi için kelimeler yok edilir Okyanusya’da. “Çünkü, insanlar sözcüklerle düşünüyorlardı.”

“Yeni Söylem” adıyla bir dil oluşturulur.  Partiye göre “Özgürlük” kelimesi sözlüklerden silinirse, özgürlüğü çağrıştıracak her kelime birer birer unutulursa, zaman içinde düşüncelerdeki “özgürlük” imgesi de yok olacaktır. “Yeni Söylem” ile Okyanusya halkı tüm sapkın! düşüncelerinden arınmış olacak ve sadece partinin istediği şekilde düşünerek buna göre hareket edecektir.

Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir.

Kitabın ana karakteri Winston Smith, değişimlerin ve yalanların farkında olan nadir insanlardan biridir. Ancak düşüncelerini aktarabileceği, güvenebileceği kimse yoktur çevresinde. Biriyle konuşup derdini anlatabilmek bir yana, her yerde “Tele Ekranların” bulunduğu Okyanusya’da kendini düşüncelerinin akışına bırakmaktan bile korkar. Çünkü yüzünüzde oluşan her hangi bir mimik sizi ele verebilir. En ufak bir hareketiniz aykırı düşüncelerinizi gözler önüne serebilir.

Winston, insanları anlamakta güçlük çeker. Nasıl olup da bu kadar kolay inanabildiklerine, dünü nasıl unutabildiklerine anlam veremez. Değiştirilmemiş olan gerçek geçmişi merak eder, ondan izler bulmaya çalışır. Partinin gerçeklerine inanmayı reddeder. Böyle bir dünyanın içinde Winston’a göre “Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir.” Çünkü parti 2x2=5 derse, aksini iddia etmek mümkün değildir. Kaldı ki bunun doğru olmadığını söyleyebilecek insanların sayısı da çok azdır. Cesaret edip söyleyebilenler de çeşitli işkencelerle iki kere ikinin beş ettiğine inandırılırlar.

En kötüsü de Okyanusya halkının hiçbir şeyin farkında olmamasıdır. Onlar için doğaldır yaşananlar. Olması gereken budur. Büyük Birader’in söylediği her şey doğru, onun söylediklerine karşı çıkanların hepsi haindir. Partiye hizmet etmek, komşularını dinleyip, gözetleyip hainlerin yakalanmasına yardım etmek onlar için gurur kaynağıdır. Parti nefret etmelerini söylüyorsa nefret ederler, sevmeleri söylendiğinde severler, sevinmeleri istendiğinde sevinirler. Duygularına da, düşüncelerine de parti yön verir.  

“Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur.”

Zihinlerimize hükmedilmesine izin verirsek, yanlışlar zaman içinde tüm halkın savunduğu doğrulara dönüşebilir. Özgürlük uğruna verilen mücadelelerin sonrasında yeni tutsaklıklar baş gösterebilir. Kısıtlamaların farkına varılmadan, yavaş yavaş yasaklar özgürlükle eşdeğer olarak görülmeye başlanabilir. Zihinler kontrol altına alınıp, düşünceler yeniden biçimlendirilebilir. Geçmişte savunulanlar, bugünün yanlışları olarak yer edinebilir hayatın içerisinde.

Sorgulanmayan bir yaşamda tüm bunlar yaşanabilir.

Kitaba yazdığı özsözde “Orwell’ın bu kitabı yalnızca geleceğe ilişkin değil, günümüze ilişkin de bir uyarıdır. Belki de, gelecek şimdi olduğunda artık çok geç olacağına ilişkin bir uyarı.” der Celal Üster.

Evlerimizde “Tele Ekranlar” olmadığı için kendi duvarlarımız arasında özgür olduğumuzu söyleyebiliriz belki. Gelişen teknolojinin bize dayattığı ve ne kadar karşı çıksak da iliklerimize işleyen tüketim hastalığıyla yaşamlarımızın içine giren “akıllı telefonlar”, “kameralı televizyonlar” vb. araçlarla, ya da şikâyet ede ede kullandığımız, yaşamımızın bir parçası haline gelen sanal “sosyal” mecralarda ne yaptığımız, ne zaman nerde olduğumuz, ne konuştuğumuz ve ne düşündüğümüz bu kadar ortadayken, gözetlenmediğimizi, dinlenmediğimizi dile getirebilir miyiz?

Şu an küçükten büyüğe dünyadaki neredeyse tüm insanların kendi istemiyle! kullandığı bu akıllı aletlerin ya da sosyal mecraların geleceğin ya da bugünün “tele ekranları” olmadığını kim söyleyebilir ki!

Zihinlerimizin ele geçirilmediği bir gelecek için, hayatı farkına vararak, düşünerek, sorgulayarak yaşamak dileğiyle…

“Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek.(…) Bunun sonsuza dek böyle olacağını hiç aklından çıkarma. Postal her zaman üstüne basacak bir insan yüzü bulacak. Her zaman alt edilecek, aşağılanacak bir sapkın, bir toplum düşmanı bulunacak. Elimize düştüğünden beri başına gelen her şey sürüp gidecek, hem de daha da şiddetlenerek. Casusluk, ihanetler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar dur durak bilmeden sürüp gidecek. Bir zafer dünyası olduğu kadar bir terör dünyası olacak bu dünya. Parti ne denli güçlenirse, o ölçüde hoşgörüsüzleşecek: Muhalefet ne denli zayıflarsa, zorbalık o ölçüde artacak.”

 

Buket Özsanat
20 Nisan 2021 Salı
3207 Görüntülenme

Facebook Yorumları

Site İçi Arama
Anket Tümü
Kitap okumanıza en çok engel olan şey nedir?