Arayış

Kitap Düşleri
Arayış

Dışarıya adımını attığında koyu bir karanlığın içine gömüldü. Işıksız, soğuk ve ıssızdı sokaklar. Elleri ceplerinde, küçük adımlarla, acelesiz, telaşsız bir tavırla yürümeye başladı. Her adım bir diğerinin aynı. Bildik sokaklar, tanıdık binalar, sadece kafasının içindekiler yabancı. Düzensiz, dağınık düşünceler silsilesi.

Ne çok severdi eskiden bu semti. Daracık sokaklarını, eski binalarını, sokakta oynayan çocuklarını, güler yüzlü esnafını… eskiden…

Ne güler yüzlü esnaf, ne sokakta oynayan çocuklar, ne de eski binalar kaldı. Değişti her şey, değişmeyen tek şey daracık sokaklar. Onların da artık sevilecek bir yanı kalmadı. Araç çokluğu, insan kalabalığı, kapı önlerine dizilen tezgahlar, yürüyecek, nefes alacak alan bırakmadı.

Şimdi sessiz… Saat ayarlarıyla oynanmadığından beri karanlık sabahlarda daha bir sessiz İstanbul. Sessizliğin içinde yürüdü. Gökyüzüne çevirdi başını, gökyüzü de sokaklar kadar ıssız ve karanlık. Hafiften bir yağmur başladı. Islanmaktan, karanlıktan, sessizlikten korkmazdı. Tek korkusu insanlar. Sevgiyi unutan, savaşı savunan, nefrete bulanan, her geçen gün daha da vahşileşen insanlar…

Çocukken ona devasa gelen surlar çıktı karşısına. İstanbul’u sarıp sarmalayan uçsuz bucaksız gibi gözüken surlar. Yağmurun altında durup bir süre seyretti nice savaşlara, nice ölümlere seyirci olan artık tarih değil, kötü restorasyon kokan bu taştan duvarları. Gökyüzü, sokaklar, kaldırımlar, surlar, her şey çirkin gözüktü gözüne. Yürümeye devam etti. Kayıtsızca geçti, kapı isimlerini sürekli karıştıran taksicilerin,  “el heykeli bulunan kapı” olarak nitelendirdiği Belgradkapı’dan. Kapı çıkışında her sabah onu karşılayan heykelin etrafındaki toprak yığınını görünce şaşırdı. Ne ara kazmışlardı burayı! Bir önceki gün heybetiyle gelip geçenleri selamlayan heykel; “Barış ve kültür heykeli” [1] yağan yağmurun altında, yarı beline kadar gömüldüğü toprak yığınının arasında çok savunmasız göründü gözüne. Barışı savunan, savaşlar olmasın!, insanlar ölmesin! diye bağıran bir avuç insan kadar savunmasız. Bir ürperti kapladı tüm bedenini. Ardından küçük bir umut. Heykel yıkılmamıştı henüz, dimdik ayaktaydı. Çevresini saran toprak yığınından sıyrılıp, tertemiz gökyüzünün altında ışıldayabilirdi hala.

Adımlarını hızlandırdı. Yine umutsuzluğa kapıldı. Sessizlik ve ıssızlık surların içinde kalmıştı. Korna sesleri, o bildik insan kalabalığı, tıka basa dolu toplu taşıma araçları... Kargaşanın ve karmaşanın şehri uzanıyordu ayaklarının altında. Kaçmak, kurtulmak istedi. Hep aynı duyguların içine düşüren, hep aynı düşüncelerle boğuşturan birbirinin aynı günlerden, mecburiyetlerin sarmaladığı, heyecansız, mutsuz, ruhsuz anlardan sıyrılıp kurtulmak istedi.

Sokakta işlerine yetişmek için telaşla koşturanlar, birbirini hırpalayanlar, gülümsemeyi unutanlar birer birer geçtiler önünden. Aynaya bakar gibi baktı önünden geçen her yüze. Beğenmediği, burun kıvırdığı, düşmanca yaklaştığı, sevmediği her insan onun bir yansımasıydı aslında. Şikayet ettiği herkes gibiydi. Herkes gibi yorgun, herkes gibi korkak, herkes gibi umursamaz, herkes gibi kendi hayatının kumlarına gömülmüş, herkes gibi kaybolmuş.

Değişmekten bahsederdi her zaman, iyilikten, güzellikten, sevgiden… Değişimi kendinde başlatmadıktan sonra en kolayı konuşmaktı. Kendini değiştirmeden, dünyayı değiştirmeye çalışması, sürekli eleştirmesi bencilliğin, ben merkezciliğin, her şeyi ben bilirciliğin cilalı yansımasından ibaretti.

Uzaktan gelen minibüsü gördü… Yağmur yağmaya devam ediyordu.  Elini kaldıracaktı, vazgeçti.

Kaldırımın kenarına oturdu, toprak yığınının arasından gökyüzüne doğru dimdik uzanan heykele dikti gözlerini…

Hayallere daldı...

***

Siren sesiyle kendine geldi. İki polis memuru indi arabadan. Yağmur altında kaldırım kenarında oturup yükseklere bakan bir insan görüntüsünü şüpheli ve garip bulmuş olmalıydılar. 

“Ne yapıyorsunuz burada” diye sordu içlerinden kısmen daha uzun olanı.

Üniformaları severdi, çocukken…

“Hiç, hiçbir şey yapmıyorum” dedi, kendinin bile zor duyduğu titrek sesiyle.

Uzun uzun yüzüne baktılar, o suçluymuşçasına gözlerini kaçırdı. Sessizlik…

Diğeri konuştu bu sefer, kısmen daha kısa olanı;

“Caddenin en işlek yerinde kaldırımda oturuyorsunuz. Burada oturmanız tehlikeli!”

“Yorgunum” dedi. “Çok yorgunum…”

Ağır hareketlerle kalktı yerinden. “İyi günler” dileyerek yürümeye başladı. Arkasından seslenmelerini, “Dur!” demelerini bekledi. Sessizlik…

Sürekli bombaların patladığı, terör saldırılarının olduğu, OHAL’lerin bitmediği bir ülkede, küçük bir kimlik taraması bile yapılmadan, böylesine kolayca çekip gidebilmesine şaşırdı.

Anlam veremese de suçlu gibi hissetti kendini. Kaldırımda oturmanın suç olabilme düşüncesini kim, nasıl yerleştirmişti zihnine? Çocukken yolda motorlu polisleri gördüğünde çocuksu heyecanıyla el salladığı günlerin güveni, ne zaman güvensizliğe, korkuya dönüşmüştü.

Oysaki korkmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu. Kimseyi öldürmemiş, kimsenin malını çalmamış, kimseyi incitmemişti. Sıradan bir vatandaştı o. Her sabah aynı saatte kalkıp, aynı yolları yürüyüp, aynı minibüse binip işine giden, akşam aynı saatte aynı ritüeli tekrarlayıp evine dönen, ekmek parasının peşinde sayılı günlerini tüketen sıradan bir vatandaş.

Yağmur dinmişti… Toprak kokusu geliyordu burnuna. Etrafına baktı, demir parmaklıklarla çevrelenen bir parkın yanından geçiyordu. Kapısını aradı gözleri, bulamadı. Korunması gereken toprak parçaları, son kırıntılar demirlerin ardına hapsedilmişti… Bir daha bu kokuyu bulamayacağı korkusuyla, alabileceği en derin nefesi aldı. Kaybolup gitmesin diye, yağmurla harmanlanmış kokuyu içinde tuttu bir süre.   

Yapılan çalışmalar nedeniyle, her yanı sarıp sarmalanmış sahil şeridine takıldı gözü. Küçük bir aradan denizi gördü. Düşüncelere dalıp sahile kadar inmişti farkına varmadan. Saate baktı, ardından yoldan geçen araçlara, taksilere. Geç kalmıştı… Gün sıradanlığını yitirmişti artık. Gitmesi gereken istikametin tam ters yönüne doğru ilerledi. Esen rüzgara döndü yüzünü, denizi çekti içine. Hislerinde en ufak bir değişiklik olmadı. Hala yorgun, hala mutsuz, hala bezgindi… ve hala çirkindi her şey…

Samatya’ya, anılarının, mutlu günlerinin sahiline, çocukluğuna doğru yürüdü. Sahil kıyısına dizilen sandalları aradı gözleri. Adına park denilen mevsimlik çiçeklerin dikildiği, yeşilden uzak, doğadan kopuk küçük toprak parçalarından, beton yığınlarından, şekilsiz banklardan başka bir şey göremedi. Güzelleştirmek adınaydı tüm yapılanlar, halkı rahata erdirmek, huzura kavuşturmak adına! Nefes alınacak bir alan bırakmayıncaya dek güzelleştirilen!, herkesin hayallerini süsleyen şehre sırtını döndü. Denize baktı son kez, gözlerini yumdu… Beyninde yankılanan şehrin kalabalığını susturdu, dalgalara kulak verdi. Devasa bir dalga vurdu kıyıya, kayalıkları aştı, onu da içine katıp, otuz yıl öncesine yol aldı…

Arayış

***

8 yaşında bir çocuk. Kendi küçücük dünyasının içinde mutlu. Süslü püslü olmayan, kahverengi, minik ve çirkin bir ayısı var. Ama çocuk çok seviyor onu, her gün onunla konuşuyor. Dertlerini, mutluluklarını onunla paylaşıyor. Paylaşırken de korkuyor. Acaba bir gün ayıcığın içini açarlarsa tüm anlattıkları ortaya çıkar mı diye. Merak edip deniyor bir gün. Ayıcığın sol göğsünün üzerine tam da kalbinin olduğunu düşündüğü yere bir kesik atıyor. Çünkü her türlü duygunun kalpte saklandığını düşünüyor. Parmaklarıyla aralıyor kesiği, sadece pamuğa benzer şeyler var içinde. Aradığını bulamıyor. Annesi fark edince kızıyor ve “Oyuncaklar kesilmez!” diyerek hemen dikiyor çocuğun açtığı kesiği. Çocuk hala huzursuz… İlk fırsatta dikilen yeri söküp, yeniden araştırıyor ayıcığın kalbini. Yok… Pamuktan başka bir şey yok… Kaç kere tekrarlanıyor bu bilmiyor. Ayıcığın yüreğinin olduğu bölüm defalarca kesilip, dikiliyor. Annesi neden kestiğini sorduğunda, “Cep yapıyorum ben ona, mendil takacağım oraya” diye yanıtlıyor. Zaman geçiyor, annesi dikmekten vazgeçiyor ama çocuk ayıcığın içine bakmaktan vazgeçmiyor… Hala korkuyor…

Çocuk 9 yaşında, havalar ısınmış, yaz gelmiş. Mutlu… Çünkü yaz geldiğinde her Pazar Samatya’ya götürüyor babası onu, kardeşini ve ailenin diğer çocuklarını. En sevdiği günler o sıcak Pazar günleri. Kışı ve soğuk havaları sevmiyor.

Neşeyle çıkıyor yola, Samatya’ya inen yüksek yokuşlardan coşkuyla geçiyor. Samatya meydanında çekincesizce koşuyor. Sahil kenarına iniyorlar. Deniz ve yosun kokusunu çekiyor içine. Balıkçıların sohbetlerine kulak kabartıyor, anlamıyor ne dediklerini. Umurunda da değil zaten, onun gözü rengârenk sandallarda. Kafasında yankılanan tek soru; Acaba babası onları bugün sandalla gezintiye çıkartacak mı?

Tren sesiyle irkiliyor. Sandal gezisini unutup, geçen treni seyrediyor, gözleri ışıldıyor. Çok seviyor trenleri, ne güzel şey tren, ne kadar büyük, ne kadar uzun… Kollarını açıyor iki yana, kucaklayamıyor treni. Babası kollarını açsa kucaklayabilir mi?
Tren

Hayran hayran seyrediyor geçen treni. Rayların kenarında oturanlar ne kadar şanslı diye düşünüyor, her gün trenin geçişini seyredebiliyorlar. El sallıyor giden trenin ardından. Şimdi yeniden babasında gözleri. İlgisini çekmeye çalışıyor ancak o arkadaşlarıyla sohbet ediyor. Sohbet kesiliyor birden ve babası “Sandalla gezmek ister misiniz?” diye soruyor. Kalbi kanat çırpıyor o an… Evet, evet, evet diye bağırmak istiyor, susuyor… Diğer çocuklar bağırıyorlar hep bir ağızdan: “EVEEEEEEEEET!”

İçinden bağırıyor o. Çünkü söyleyemez duygularını. Düşüncelerini dile getiremez. Bir kendi, bir de ayıcığı bilir ne hissettiğini.

Balıkçı amcaların da yardımlarıyla metal merdivenlerden kayalıklara inip, sandala biniyorlar. Babası asılıyor küreklere. Ne kadar güçlü! Sandal yavaş yavaş süzülmeye başlıyor denizde. Etrafı seyrediyor, surları, tren istasyonunu, ahşap evleri, denizi… en çok da denizi… Düşersem boğulur muyum diye düşünüyor birden. Yok, boğulmaz, babası yüzme biliyor kurtarır onu. Peki ya hepsi birden düşerse? Babası bütün çocukları kurtaramaz ki! Korkuyor…

Arkasından bir el dokunuyor omzuna. Daldığı rüyadan uyandırıyor onu. “Hop! Evladım! Ne yapıyorsun? Denize düşeceksin!..” 

Şimdi ki zamana dönüyor. Beton yığınlarının esiri olmuş yeni, modern! İstanbul’a açıyor gözlerini.

Ayıcık, tren, sandal, deniz, babası kayboluyor…

Sadece korku, geçmişten geleceğe bir tek o kalıyor… Ölesiye korkuyor…

***

Arkasına döndü yavaşça. Yaşlı bir amcanın tedirgin gözleriyle karşılaştı. Durduğu yeri düşününce gülümsedi. Güne uyandığından beri ilk gülümseme. İlk yaşam belirtisi.

“Anılarımı seyrediyorum” dedi, amcayı korkuttuğunu düşündüğü için biraz mahcup.

“Anılar güzeldir”, dedi amca.

Anılar? Güzel miydi? Sustu… Soramadı…

Ak saçlarını kapatan beresini yorgun elleriyle düzeltirken, düşüncelerini okumuşçasına devam etti amca;

“İyisiyle, kötüsüyle anılar güzeldir. Yaşadığını hissettirir insana. Direndiğini, yıkılmadığını, hayata sımsıkı tutunduğunu hissettirir.”

Oktay Rıfat’ın dizeleri çınladı kulaklarında;

Hep yaşadığımı hatırlatıyorum kendime
Diyorum ki işin acele
Bir gün ne el kalacak tutmak için
Ne yürümek için bacak
Ne bulutların seyri
Ne de bir hatıra dünyamızdan
Çünkü hatıralar kuşlar gibi
Dal ister konacak

“Ağaçlar” dedi, kendisinin bile zor duyduğu sesiyle, “Ağaç bırakmadılar, kuşlar nereye konacak?”

“Gel evladım”, dedi amca. “Üşümüşsün sen, ıslanmışsın da, bir sıcak çayımı iç.”

İtiraz etmedi, küçük bir çocukmuşçasına takıldı peşine. Samatya’nın dar sokaklarından birinde, küçük, köhne bir dükkana girdiler. Kapı girişinde onu sarıp sarmalayan, sıcak, huzur veren, tanıdık bir koku vurdu yüzüne. Toza bulanmış kağıt kokusu.

 “İşte” dedi amca kollarını iki yana açarak, “kuşların konacağı ağaçlar burada. Bunlara konacak kuşlar ve yeni ağaçlar yeşerecek, yeni filizler hayat bulacak burada.”
Kitaplık

“Ne çok kitap var burada” dedi, coşkuyla.

Amca tamamladı sözlerini; “ve ne çok yaşanmışlık”.

Adının Recep olduğunu öğrendiği 12-13 yaşlarında bir çocuk göründü kapıda.

Sımsıcak çay kokusu süzüldü odaya. Bir anlığına gözlerini yumdu, havada ki huzuru soludu.

“Recep gel evladım, masaya bırakıver çayları” dedi amca.

Çevik hareketlerle masaya çayları bırakan Recep, “Afiyet olsun Bahri amca” diyerek uçarcasına çıktı kapıdan.

“Anılar” dedi amca, “Kimileri bu sayfaların arasında, kimileri gözlerinin arkasında. Anılara sımsıkı tutun, şayet istersen onlar sana umudu taşıyacaklar. Bu tozlu raflar senin beynin. Yıkık, bezgin, kopuksan, raflarda Selim’i, Turgut’u, Aylak Adamı arar gözlerin, zihninde karanlık anıları aradığın gibi,  mücadele etmek istediğinde Jean Valjean ile yollara düşersin, sevginin en saf haliyle dolmuşsa yüreğin Raif Efendi’nin içinde yaşattığı Madonna’sına sığınırsın, özgürlüğün elinden alındığını düşündüğünde Demir Ökçelerle, Big Brother’larla savaşırken bulursun kendini…“

Küçük bir sessizlikten sonra fısıldadı;

“Anıların...” dedi, “Senin anıların da bu raflarda. Bak, onlar her şeye rağmen hala dimdik ayakta.”

Bunları söylerken yanında ki pikaba uzandı Bahri amca, plağın üzerine iğneyi usulcacık bıraktı.

Müzeyyen Senar’ın muhteşem sesi yayıldı, kâğıt kokusuyla harmanlanmış havaya.

Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına.
Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına. [2]

 

Ve anlatmaya başladı Bahri Amca.

Eşim çok severdi bu şarkıyı. Her akşam istisnasız dinlerdi. Takılırdım arada ona;

“Yolculuk nereye hanım? Ne çabuk bıktın benden?” diye sorardım.

Yüzünde mahcup bir ifadeyle; “Senden bıkar mıyım hiç bey, sen benim hayat arkadaşım, can yoldaşımsın” derdi usulca. Ardından gözlerini kaçırarak eklerdi;

 “Hepimiz misafir değil miyiz bu dünyada? Gideceğiz elbet bir gün. Gitmek mesele değil de, giderken elini tutanı olmalı insanın.”           

Telefon geldiğinde ben buradan çok uzaklardaydım. Atladım ilk otobüse, kalbim kuş gibi kanat çırpıyor, kulaklarımda onun sözleri. “Ya yetişemezsem, ya tutamazsam elini?” Nasıl geldiğimi bilemedim İstanbul’a. Feri sönmüş gözleri ışıldadı beni görünce. “Çok korktum.” dedi. “Elimi tutan olmaz diye çok korktum.” O gün bugündür hiç bırakmadım ellerini. Avuçlarımda hala sıcaklığı var.

Onun gidişiyle bu şarkının vurgunu oldum. Bu şarkı ondan miras kaldı bana. Her gün dinlerim. Anılarımda ki sesiyle eşlik eder hala bana.

Anılar güzeldir evlat. Anılarımız olmasaydı, nasıl tutunurdum ben hayata. Çok zor günlerimizde oldu bizim. İnişli çıkışlı, bir küs bir barışık anlarımız oldu. Kabullendik sonunda birbirimizi, sevgiden önce saygı duymayı öğrendik... Eksikliklerimizi birbirimizde tamamladık, hayata değil, birbirimize tutunduk sımsıkı ve hiç bırakmadık.  

İki kızım var. Yuvadan uçup uzaklara konan iki küçük kar tanesi.

Fırsat buldukça geliyorlar. İşler, çocuklar, geçim derdi, zor. Mutlu olsunlar da gerisi önemli değil. Bir de hasret olmasa…

Kafanı şişirdim evladım. Seni öyle dalgın, deniz kenarında, duvarın ucunda görünce…

Sustu… Derin bir sessizlikten sonra devam etti.

Yitirdiklerimizle, kaybettiklerimizle, ulaşamadıklarımızla, arayıp da bulamadıklarımızla, olmasını isteyip de olduramadıklarımızla hayat zor. Bak dışarda binlerce, milyonlarca can var. Hepsi kendi hayatını yazma peşinde. Hepsi arayışta. Ama aynı zamanda hepsi bir diğerinin hayatının kopyasını yaşama derdinde. Kendi olmayı bilmiyor insan evladı.

Elleriyle rafları gösterdi yeniden.

Bak burada tüm hayatlar, tüm dünyanın derdi burada. Okumayanlar neyse de, okuyup da ders almayanlar var. Oysa neler anlatılır bu sayfaların arasında. Acılar, mutluluklar, açlıklar, savaşlar, zenginlikler, aşklar, katliamlar, yalnızlıklar… ama en çok da insanlar…

Mesela sen varsın bu tozlu rafların arasında, ben varım, çaycının çırağı Recep var, elinde alışveriş poşetleri, topuklu ayakkabılarıyla kaldırımı döven hanım kızımız var, okul çıkışı bağıra çağıra evlerine koşan çocuklarımız var, yönetmekten aciz yöneticilerimiz var, her şeyi ben bilirimciler, ben ne dersem o olurcular, boyun eğenler ve onlara karşı direnenler var.

Yüreğin daraldığında, bırak kendini kitapların büyülü satırlarına. Her satırda kendini sorgula, anılarına dön, hayallerini büyüt, insanı gör, hayatı tanı. Bu kitapların arasında hiçbir yerden edinemeyeceğin kadar yaşanmışlık, hiç bir yerden alamayacağın kadar bilgi, hiç kimsenin sana veremeyeceği kadar öğüt var. Bu raflarda koca bir evren saklı…

***

Bahri amcanın sözlerini de yanına alıp, sahile doğru yürüdü yeniden. Yeni açılan çay bahçelerinden birine oturdu. Kitapları küçüklüğünden beri ne çok sevdiğini düşündü.  Evinde, sadece ona ait olduğunu düşündüğü tek alanda bir çok defter vardı okuduğu kitaplardan aldığı notları barındıran.

Okumak… Okumak nefes almak kadar elzemdi onun dünyasında.

Gelen garsonu başından bir an önce savmak için bir çay söyledi. Çantasından dün akşam başladığı, minibüste okumaya devam etmeyi planladığı Kırmızı Pazartesi’yi çıkardı özenle. Kitapları… onun değerlileriydi. Ne çizmeye, ne de uçlarını kıvırmaya kıyardı. Koklardı sayfalarını birer birer, sayfalarında barındırdığı yaşanmışlıkları içine çekermişçesine.

Uzun uzun seyretti kitabın kapağını. Kocaman bir tavşan, eli bıçaklı birbirinin benzeri iki adam, elinde kan kırmızısı güllerle bir gelin, gelinin yamacında bir gelin yatağı, yatakta bir daktilo, arka fonda evler ve insanlar… koşuşturan, hayatın akışı içine kendini kaptırmış, sessiz, suskun insanlar…

Seneler önce okumuştu bu kitabı. Unuttuklarını hatırlamak için ikinci kez okumaya karar vermişti. Hafızası her geçen gün oyunlar oynuyordu ona. Beyninin en ücra köşelerine attıklarına erişemiyor, aradıklarına ulaşmakta zorluk çekiyordu. Her zaman yaptığı gibi tek çareyi kitaplara sığınmakta buluyordu.

Ne güzel anlatmıştı Bahri amca kitapların büyüsünü. Ama o söyleyememişti kitapların onun dünyasını oluşturduğunu. Lal olmuştu dili yine… Susmuştu…

Oysa ne çok konuşurdu arkadaş ortamlarında. Muhalifliğiyle tanınırdı. Nefes almadan saatlerce savunurdu düşüncelerini. Bir an gelir kendi söylediklerinin çelişkisini fark edip, kendine muhalif bir tavır sergiler, gerçekçi olmaya çalışırdı.

Gerçekler…

Sahi neydi gerçek olan. Düşleri mi, yaşadıkları mı? Savundukları mı, yok saydıkları mı? Gerçek denilen şey neydi? Nerde başlar, nerde biterdi?

“Herkesin inancı kendine” sözü gibi, herkesin gerçeği de kendine miydi?

Düşüncelerini elinin tersiyle itti bir kenara. Santiago Nasar’ın hazin öyküsüne devam etti kaldığı yerden. Orada ki insanlar kadar umursamaz, orada ki insanlar kadar kör, orada ki insanlar kadar suskun…

“Santiago Nasar, yaptığı kötülüğün kefaretini ödemiş, Vicario kardeşler erkekliklerini kanıtlamışlardı, aldatılan kız kardeş de namusunu yeniden kazanmıştı. Her şeyini kaybeden tek kişi Bayardo San Român olmuştu.” [3]

Soluksuz okudu kalan otuz sayfayı. Garsonun getirdiği çay soğumuştu. Yenisini söyledi, okuduklarını hazmetmeye çalışırken.

Bilip de susanlar, görüp de kabullenmeyenler, nasıl olsa bir şey olmaz mantığının rahatlığına sığınanlar, duyup da duymazlıktan gelenler, hıncını, hırsını, nefretini köreltemeyenler, umursamayanlar, vurdumduymazlar, deneyip vazgeçenler, elimden bir şey gelmezciler, ölüm çanları çalarken bana dokunmayan bin yaşasıncılar, rahatları kaçmasın diye pencereleri kapatanlar… insanlar… insanlar… insanlar… memleketin, dünyanın, evrenin, evrimleşmiş! insanları… 

Martı çığlıkları düşüncelerini böldü. Yağmur sonrası bulutları çekilmiş, masmavi bir gökyüzü karşıladı onu kafasını kaldırdığında. Yüzlerce martı çığlıklar atarak kanat çırpıyorlardı. Martı çığlıkları hep korkuturdu onu. Canlarının yandığını hissederdi her duyduğunda. Oysa ki onlar bir yandan çığlıklar atıp, diğer yandan korkusuzca süzülürlerdi göklerde, zafer naraları atıyorlarmışcasına.
Martı

Deniz kenarında martı görmek alışıldık bir şeydi. Vapurların ardı sıra uçan martılara az mı simit atmıştı çocukken. Attığı simit parçacıklarını havada kaptıklarında, çocukça bir coşkuyla dolardı içi. Babaannesine seslenirdi, duysun diye kolunu çekiştirirdi. “Bak babaanne, havada kaptılar attığım simidi. Babaneeeeeeee ama görmedin ki! Yaaaa, ama bakmıyorsun ki! Bak şimdi yeniden atacağım, gözlerini ayırma taam mı?”

Bakardı babaannesi. Bakmayıp da ne yapsın. Yoksa, hiç susmadan bağırıp duracak torunu.

Sık sık yaptıkları bir şeydi bu. Eminönü’nden bindikleri vapurdan karşı kıyıda iner, sahil kenarında ki çiçekçileri gezer, bazen bir bankta oturur, gerisin geri Eminönü kıyılarına geri dönerlerdi. Çok severdi babaannesi Eminönü’nde balık ekmek yemeği. Hiç üşenmez, sakat ayağı, koltuk değnekleriyle biner otobüse, sadece balık ekmek yemek için inerdi Eminönü’ne. Onun yaşam sevincini özlerdi kendini yorgun hissettiğinde. Dopdolu, canlı bir ruhu vardı babaannesinin.

Bir gün eve geldiğinde kıpkırmızı bir elbise vermişti ona babaannesi. İnce askılı, ayaklarına kadar inen, üstünde sarımsı, yeşilimsi çiçeklerin olduğu kırmızı bir elbise. Sana aldım demişti gülümseyerek. Yazın ferah ferah, tiril tiril giyersin. Bir babaannesine, bir de elbiseye bakıp, ben bunu giyemem ki demişti. Çok açık bu, ayrıca çok renkli. Hiç bana göre değil.

Sen ne anlarsın zaten, diye çıkışmıştı babaannesi, ruhun yaşlı senin demişti. Sanırsın ki altmış yaşında. Kızım şimdi giyemeyeceksin de ne zaman giyeceksin bunları. Ne güzel işte, gençliğine uygun, rengarenk, capcanlı. Amaaan sende demişti ardından, kocakarı gibi giyinmeyi pek de seviyorsun, kime çektin bilmem ki?

Babaannesini kırdığını düşünüp, sarılmıştı boynuna. Tamam tamam sen almışsın giyerim. Giymişti elbiseyi, ama sadece tatil beldelerinde. Sonra da evde giymeye devam etti. Hala da durur dolabında, atmaya kıyamaz. Her yaz bir kere evde giyer onu, sonra yeniden ait olduğu yere, dolabına kaldırırdı.

Anıları onun yaşamla arasındaki bağlardı. Tıpkı Bahri amcanın dediği gibi. Umutsuzluğa her düştüğünde anılarına sığınırdı. 

Neden her şey geriye, geçmişe döndürüyordu bugün onu? Martılar diyordu en son. Deniz kenarlarında ki martılar. Şehre inmişlerdi. Gülümseyerek Zülfü Livaneli’nin Son Ada’sını anımsadı.

"Biz boyun eğdiğimiz ve adım adım içine sürüklendiğimiz zulmün ne kadar kötüleşebileceğini tahmin edemediğimiz için yenilmiştik. Daha o ağaçlar kesildiği, bakkalın masum oğlu dövüldüğü zaman ses çıkarmalı, başkaldırmalıydık. Bunu yapmamıştık. Başkanın attığı her adımı büyük bir saflıkla kabul etmiştik. Martılar ise karşı koydukları ve uzlaşmadıkları için kazanmıştı." [4]

Şehrin her köşesinde, her çöplükte martı görmek mümkündü artık. Hiçbir bilimsel açıklaması olmamasına, hiç araştırmamasına karşın aç kaldıklarına yoruyordu bunu. Martılar açtılar, açlıktan kırıldıkları, sefalet içinde oldukları için nereye konacaklarını bilmeden, kokulara hücum ediyorlardı. Öyle düşünüyordu. Yoksa neden güzelim denizi bırakıp, devasa binaların olduğu, gökdelenlerin korku saldığı şehre insinlerdi ki?

“Aşk buyurmuş gelmiş yani. İki günlük dünya fani.” diyen, kulak tırmalayan, tüm dünyasını yerle bir eden bir sesle sarsıldı. Ne martılar kaldı, ne de babaannesinin o güzelim hatırası. Aşk… Aşkı ayaklar altına alan şarkılar revaçtaydı artık. Kafasını iki yana salladı, çantasında böyle anlar için hazır bulunduğu kulaklıklarını çıkarırken. Erol Evgin’in için ısıtan sesine bıraktı kendini. Dünya dönmeye devam edebilirdi, o alıp başını gitmek istiyordu.

Yüreğinin sızısı hiç dinmediği için, içindeki yangın hiç sönmediği için gitmek istiyordu. Yalan kelimelerden, yıpranmış duygulardan, vefasız insanlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Direnmekten vazgeçmek, var olmanın acısını duyumsayarak yok olmak istiyordu. Tüm benliğini yitirmek, acıtan her şeyden kurtulmak istiyordu. Hiç olmak, hiçliğin yokluğunda kaybolmak istiyordu.  

 

Devam edecek... Umarım...

[1] Barış ve kültür heykeli: Bu bölgede yaşayan Türk, Rum ve Ermeni halklarını simgeleyen üç elin üzerinde yükselen yarım dünya ve bu yarım dünyanın içinde barışın simgesi üç zeytin dalından oluşan Belgradkapı çıkışında bulunan heykel. 

[2] Bestesi Kaptanzade Ali Rıza Bey’e, güftesi Ömer Bedrettin Uşaklı’ya ait hicaz makamındaki eser.

[3] Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi, Can Yayınları, 51.basım, Ağustos, 2016, s:76

[4] Zülfü Livaneli, Son Ada, Doğan Kitap.

Fotoğraflar Kitap Düşlerine aittir.

Buket Özsanat
26 Eylül 2022 Pazartesi
2885 Görüntülenme

Facebook Yorumları

Site İçi Arama
Anket Tümü
Kitap okumanıza en çok engel olan şey nedir?