Eve biran önce ulaşabilmek için, en kısa en kestirme yolları kullandı. Etraftaki hiçbir şeyle ilgilenmeden, sadece adımlarını seyrederek yürüdü.
Sokağının başına geldiğinde derin bir nefes aldı. Hiç yürümediği kadar yürümüştü bugün. Zihin yorgunluğuna, beden yorgunluğu da eklenince çok bitkin hissetti kendini. Evin kapısından adımını atar atmaz, tanıdık, bildik bir yere varmanın sevinciyle, rutubet kokusunu çekti içine. Nemden, çatlaklardan sızan sulardan kabarmış boş duvarlara baktı kısa bir an… Huzur dedi… Huzur, nemli de olsa, rutubetli de olsa yalnızlıkta…
Hiçbir şeyle ilgilenmeden yatak odasına geçti. Öylece uzandı yatağın üzerine. Her şeyden kurtulmanın, tüm düşüncelerden arınmanın tek yolu kendini dış dünyaya kapatmaktı. Düşüncelerin öldüğünü düşündüğü noktaya doğru yumdu gözlerini. Derin bir uykuya daldı.
“Gelin artık, öncelikle bir ayna fabrikası kurmaya ve gelecek yıl boyunca sadece ayna imal ederek onlara uzun uzun bakmaya gidiyoruz.” [1]
Çalar saatin ortalığı ayağa kaldıran sesiyle açtı gözlerini. Sımsıcak yatağından, günün henüz doğmadığı karanlık odasından hiç çıkmak istemese de söylene söylene kalktı yataktan. Birbirinin aynı günlerden biri daha diye geçirdi içinden. Sürekli yinelenen, yinelenen ve yine yinelenen bir hayat.
Uykulu gözlerle mutfağa yöneldi. Su ısıtıcısının içindeki suyu kontrol ettikten sonra, teknolojinin nimetlerinden biri olan makineyi çalıştıran düğmeye gitti parmakları kendiliğinden. Mavimsi bir ışık yayıldı mutfağa. Önce fincana uzanan eli, mekanik hareketlerle kahveye ve şekere doğru yol aldı. Tıpkı robotlar gibi diye düşündü. Duygusuz, ruhsuz, sadece alışkanlıklara programlanmış birbirini izleyen saatler. Özgür olduğunu bağırdıkça daha da tutsaklaşan günler ve kendi elleriyle yenileyip, cilaladığı demir parmaklıklar arasında boğduğu bir yaşam.
Mutfakta suyun ısındığını bildiren ses yankılandı. Hızlı hareketlerle fincanını doldurdu ve buram buram kahve kokusuyla birlikte yatak odasına geçti. Her sabah on dakika kadar yatağın kenarına bağdaş kurarak oturup kahvesini yudumlar, güne kendini hazırlamaya çalışırdı. Tam karşısında gardırobun tek kapısını kaplayan büyük bir ayna vardı. Darmadağınık saçlar, makyajsız soluk bir yüz, hafif şiş, uyku mahmuru gözlerle kendisine bakan aynadaki aksine daldı. Aynadaki kendiyle konuşmayı, kavga etmeyi severdi. Babaannesi “bu kadar aynaya bakmak iyi değildir, delirtir insanı” derdi hep. Dinlemezdi. Aynaların delirteceğine değil, aksine insanı kendine getireceğine inanırdı o. Sahteliklerden sıyrılıp kendiyle yüzleşmek gibi gelirdi ona ya da kendine dışardan, bir başkasının gözünden bakmak, kendini tartmak gibi.
Kahve fincanını “aynalara!” diyerek kaldırdı havaya, aynı anda kalkan fincanlar havada asılı kaldı bir süre. Küçük bir baş eğişle selamlar verildi ve ilk yudumlar içildi. Gülümsedi. Kendi de ona gülümsedi aynanın derinliklerinden.
"O halde kendini yargılayacaksın," dedi kral. "En zoru da budur. Kendini yargılamak başkasını yargılamaya benzemez. Eğer kendini yargılamayı başarabilirsen, o zaman gerçek bilgeliğe ulaşmışsın demektir." [2]
Ben ve diğer ben dedi, sen ve diğer sen, onlar ve diğer onlar… Kendi olamayan, kılıktan kılığa giren, her duruma uygun maskelerle dolaşan insan yığınları…
Sevmediğini sever gibi davranıp, bilmediğini bilir gibi görünenler, söylemlerinin tam zıddı yaşamlar sürenler, her girdiği gruba göre şekil değiştirenler, başkalarının düşünceleriyle var olmaya çalışanlar, riya ile harmanlayıp düşüncelerini ideolojiden ideolojiye koşanlar…
Kaç kişiliğe bölünebilirdi insan, kaç kılığa girebilirdi en fazla?
Göz göze geldi kendiyle. Güvenden yoksun, sorgulayan bakışlarla baktılar birbirlerine. “Sen!”, dedi işaret parmağını, yansısının gözlerine doğru uzatırken, “Herkesi, her şeyi yargılayan sen… Sen ne kadar kendinsin bu hayatın içinde?”
“Bu dört duvar kadar…” dedi aynadan bakan yüz.
Cevabın içindeki yankısına bıraktı kendini. Sustu… Düşünceleri konuşmasını engelledi.
Birazdan bugün için seçtiği maskelerden birini takıp sokağa çıkacaktı. Rengarenk boyaların içine batıp, çaresizliğini, umutsuzluğunu ve şişmiş gözlerindeki sönüklüğü kapatacaktı. Her sabah yaptığı gibi acılarını, korkularını ve tükenmişliğini mabedinde bırakıp, içinde yitip giden yaşama sevincinin tortularını, makyaj malzemelerinin sihirli renkleriyle canlandırmak için oturacaktı tuvalet masasının önüne. İlk olarak bakışlarını canlandırmak için bir tutam fıstık yeşili konduracaktı göz kapaklarına. Ardından koyu yeşile bandırdığı fırçasıyla hafif bir gölge oluşturacaktı fıstık yeşilinin üstünde. İncecik çekip, bir parça dışarı taşırdığı göz kalemi, kirpiklerini olduğundan çok uzun ve dolgun gösteren rimeliyle gözlerine istediği şekli verecek, koyu pudrası ve pembemsi allığını kullanarak yüzüne renk getirmesi sadece bir iki saniyesini alacaktı. Son olarak buna ihtiyaç duymasa da dudaklarına allığının rengine uyan bir ruj sürerek tamamlayacaktı maskesini. İçindeki solgunluğun ve yılgınlığın aksine, capcanlı, neşe saçan bir yüzle kalabalığa karışacaktı. Gün bitimine kadar karşılaştığı tüm yüzlere ayak uydurup değişecekti. Fırtınalar koparken içinde, tebessüm edecek, avazı yettiğince bağırmak istediğinde susacaktı. İsyan etmek isterken boyun eğecek, hiç olmak istemediği ortamlarda sadece başkaları istiyor diye bulunacaktı. Nefret ettiği bir işe lanetle andığı kağıt parçalarını kazanmak için gidecek, ücretli köleliğinin azabını çekecek ve mutlu gözükecekti. Sadece sokak kapısından içeriye adımını attığında, sığınağında kendi olacak, kendine dönüşecekti.
Saate bakıp hazırlanma zamanının geldiğini fark edince, soğumaya yüz tutan kahvesini bir dikişte bitirdi. Ayağa kalktı, bir adım attı kendine doğru. “Güne karışma zamanı” dedi. Buruk bir tebessümle el salladılar birbirlerine.
Aynadan uzaklaştığında babaannesi geldi yeniden aklına. Şu halini görse…
Keşke…
Eyletmen beni / Söyletmen beni
Ağlatman beni / Aynalar aynalar
[1] Fahrenheit 451, Ray Bradbury
[2] Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry
Buket Özsanat