Küçük Adamın Romanı, Baba Evi ve Avare Yıllar

Kitap Yorum
Küçük Adamın Romanı, Baba Evi ve Avare Yıllar

“Baba Evi”, Orhan Kemal’in yaşamından izler taşıyan “Küçük Adamın Romanı” serisinin ilk kitabı ve aynı zamanda Orhan Kemal’in ilk romanı.  Everest Yayınları seriyi takip eden “Avare Yıllar” ile “Baba Evi”’ni tek kitapta toplamış. Serinin devamını “Cemile”, “Dünya Evi” ve “Arkadaş Islıkları” oluşturuyor.

Ben doğduğum zaman, babam, Çanakkale'de, Dardanos'ta bataryasının başında, kumral bıyıklı, enveriyeli bir topçu teğmeniymiş. Dedem benim doğduğumu babama benim imzamla şöyle tellemiş:

“Ben de dehr'in sitemin çekmeğe geldim dehr'e!” (Ben de dünyanın sıkıntısını çekmeye geldim dünyaya)

Bu sözlerle başlayan ve Kurtuluş Savaşı döneminde geçen Baba Evi, isimsiz kahramanımızın, Konya, Adana ve Beyrut’ta geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlatıyor.

Babası tarafından hiç sevilmediğini düşünen Küçük Adam’ın çocukluk yılları, çiftlik hayatı, sürekli değiştirilmek zorunda kaldığı okullar, kopan arkadaşlıkları ve mecburi göçlerle yaşadığı hayal kırıklarının yanı sıra, ailenin ülkesinden uzakta verdiği yaşam mücadelesi ve Küçük Adamın kendi iç dünyasındaki çatışmaları da en doğal haliyle okuyucuyla buluşuyor.

Avukatlık yapan, savaşta görev alan ve siyasetin içinde güçlü bir adam olan, kahramanımızın “çatılan kaşlarıyla o, benim için, iri gövdeli bir korkudan ibaretti” sözleriyle tanımladığı,  sert mizaçlı, dediğim dedik, bir baba figürü, babaanne ve halaların sürekli aşağıladığı, küçük gördüğü, “beybabalar çocuklarını terbiye ederken asla müdahale etmemesi kendisine öğretilmiş el kızı” olarak nitelendirilen fedakâr ve merhametli bir anne ve yüzyıllardır süre gelen sınıfsal farklılıkların içinde yaşam mücadelesi veren insanlar.

“Babam, yerde yemeye, bulgurdan yapılan ve haşlanmış taze asma yaprağıyla yenilen “batırık”lara müthiş kızardı. Hele annemin “hizmetçi takımıyla” senlibenli oluşuna daha çok kızardı. Hiçbir zaman gelin, kaynana, görümce dırıltılarının eksik olmadığı evimizde, babaannemle halalarım anneme şöyle haykırmışlardır:
“Hizmetçi ruhlu kadın, aşağılık kadın, ruhsuz kadın!”
Halbuki annem… Bir eski “muallime” olan annem, istese de büyüklük satamazdı, elinden gelmezdi ki…”

Savaştan sonra iktidarla çatışan babanın Beyrut’a kaçmasının ve daha sonra eşi ile çocuklarını da  yanına aldırmasının ardından hem maddi hem de manevi anlamda çok zor duruma düşen ailenin çaresizliğini, açlık ve sefaletle yüzleşmesini sade ve derin anlatımıyla gözler önüne seren Orhan Kemal Baba Evi’ni şu cümlelerle sonlandırıyor.

“Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahîm olan soyum, insan soyu, sen ebedî tokluğu fethedeceksin!”

Avare Yıllar’a geçişte kaldığı yerden devam ediyor hikayesine Orhan Kemal.

Baba evinden kopuşunun ardından para kazanma uğraşlarına ve ne yapacağını bilemediği ortamlarda yaşama tutunma sürecine, futbol sevdasına, aşklarına tanık oluyoruz Küçük Adamın.

İstanbul hayalleri, bir yolunu bulup gittiği taşı toprağı altın İstanbul’da tutunamayışı, okulu bitirmek için verilen uğraşlar, bir baltaya sap olamama ve açlık…

Elini yoksullardan en sonra çeken mübarek ekmekle kara zeytine bile veda ettiğimiz günlerden bir gün annem, yakın, ama çok yakınlarımızdan birisine, borç para istemeye gitti.
— Hiç olmazsa bir on lira, diyordu, bir on lira uydurabilsem, ekmek zeytin, çay, şeker alır gelirim. Böyle de bir zaman geçer. Ondan sonra Allah Kerim. Kızlar uyanırsa oyala, hemen gelmeye çalışırım!
Akşamdan aç yatmıştık. Annem gecikti. Kızlar uyandılar. Annemi sordular. Ekmekle zeytin almaya gitti, nerdeyse gelir, dedim. Sevindiler. En küçüğümüz ellerini çırptı:
— Yaşasın annem! Öyle açım ki ağabey...
Kurşun renkli, ıslak bir sabahtı. Az evvel yağmur ortalığı sele vermişti.
Annem bomboş elleriyle döndü nihayet. Dehşetli halsiz görünüyordu. Merdivenleri zorla çıktı. Odaya tam girecekti, kapının kenarına tutundu:
— Su, dedi, aman biraz su...
Fakat annem, suyu içmeye kalmadı, eşiğin oraya yığılı verdi.
N' oluyordu?
Kızlar ev sahibi kadına koşuştular. Ev sahibi kadın beyaz başörtüsü ve dudaklarında pıtır pıtır bir duayla geldi. Annemin bileğini eline aldı.
— Kolonya! dedi Yoktu
— Çiçeksuyu, sirke?
— ?..
— Sirkeniz de mi yok?
Yok, yok, yok! Bu yokluk içinde başım dönüyor, sofa ayaklarımın altından kayıyordu sanki.
— Sirkeniz de mi yok?
— Evet, sirkemiz de yok! Evimiz, barkımız, tarla, apartman, otomobilimiz değil, sirkemiz bile yok!


Babasının gölgesi altında ezilen, kendine güveni kalmayan ve kendinden utanan Küçük Adam’ın yirmi dört lira doksen beş kuruşluk hayatının başlayışını, öteki adamın oğlu olmanın ağırlığını, sevdalanmasını ve evliliğine giden sürecini izlediğimiz, Hasan Hüseyin, Gazi, İzzet Usta, Güllü ve Cemile ile tanıştığımız Avare Yıllar, tüm küçük adamların, kendini “Leyleğin attığı yavru, kırağıların bile çalmadığı acı patlıcan” olarak tanımlayanların, umutsuzluğun, umudun, dibe çöküşün, isyanın romanı.


Baba Evi Alıntılar

Düşman! Düşman nasıl şeydi? Niçin geliyordu? Biz niçin kaçıyorduk? Bu toplar ne biçim şeylerdi?

Birden, “Tren geliyor!” diye bağrışmalar oldu. Herkesin baktığı tarafa baktım. Ufkun orada simsiyah, kucak kucak dumanlar…

Telgraf tellerindeki kuşlar silkindiler, başlarını omuzları arasından çıkarıp, gelen trene baktılar.

Lâkin top sesleri…

Tren, henüz durmamıştı, birdenbire üşüşen insan kalabalığı içinde onları kaybettim. İnsanlar saldırmışlardı. Babaannem elimden şiddetle çekti:

– Aptal aptal bakınmanın sırası değil, yürü!

Evet ama… Kuşlar? Onları düşmandan kaçıracak babaanneleri yoktu ki!..

Trende bütün gün onları düşündüm. Yol boyunca birbirini kovalayan direklere gerili tellerde ne kadar da çoktular!

Tren tıklım tıklımdı. Bana bavulların üstünde yer yapmışlardı, rahattım, fakat kuşlar? Uyudum, uyandım, kuşlar? Sonra gene uyudum, gene uyandım, gene kuşlar? Onları ne zaman unuttum, bilmem?


 “Birdenbire bir isyan* içinde bulduk kendimizi, yahut da bana öyle geldi. Keçe külâhlı, poturlu insanlar, yerlere kaba kaba basarak koşuşuyorlar, ‘İstemezük, biz bu hükümeti istemezük!’ diye bağrışıyorlardı.

Soran olursa, kömürcünün oğlu olduğumu söylememi sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Babaannem, babama ait ne kadar kitap, kağıt, fotoğraf, kılıç, tüfek varsa, daha doğrusu Ankara'daki babama ait ne varsa hepsini yatakların pamukları içine, tavan arasına saklamıştı.

Alaettin tepesinden atılan kurşunların bizim evin üst kat pencere camlarını kırıp Ermeni mektebine, Ermeni mektebinden atılan kurşunların da gene aynı şekilde, bizim evin üst kat pencerelerinden geçip, Alaettin tepesine gittiğini söylüyorlardı. Mektebin pencerelerinde kaba bıyıklı başlar görüyorduk ve bütün gün, bütün gece alt katın merdiven basamaklarında barınıyorduk.

Bir gün işittik ki, asiler, valiyi ahıra bağlamışlar. Bir başka gün, Alaettin Tepesi’ni işgal eden asilerin, bir genç subayı ensesinden kesip annesinin dizine yatırdıkları haberi yayıldı. ‘Şeriat isterük, biz bu gavur hükümeti istemezük, dinsizleri istemezük, şeriat isterük!’ Sürüklenen insanların çığlıkları ve dinmek bilmeyen silâh sesleri… Kapılar kırılıyor, insanlar boğazlanıyordu.

Günler ve günler geçti... ‘İstemezük, istemezük, istemezük!’ sesleri sokaklarda çınladı durdu ve bir gün çığlık, silâh sesi, istemezük’lerle yüklü hava içinde ‘Kuvayı Milliye’ geliyormuş haberi şimşek gibi çaktı. İstemezük’ler dindi, kaba postallı ayaklar sokaklarda kaçıştılar, silah sesleri kesildi.

Güneşli bir sabah, ellerimizde mendiller, savcının evi önündeki ahalinin arasına kardeşimle ben de karıştık. Ağızları köpüklü, kuvvetli atların nal sesleri her şeyi örttü. Çılgın bir alkış... İhtiyar kadınlar, çocuklar, genç kadınlar, kızlar sevinçten ağlıyorlar, kalabalık neşe çığlıklarıyla çalkalanıyordu.

Atlılar geçiyordu, atlılar... Parlak güneşin altında, kabalakları, kalpakları, koca koca bıyıkları ile atlılar geçiyordu. Sonra istemezük'ler... Elleri arkalarında bağlı, poturlu, keçe külâhlı, şeriat fedaileri... Derken yük arabaları... Yük arabalarında, enselerinden kesilmiş, kanlı cesetler... O gün o kadar bağırdım ki, sesim kısıldı, hastalandım.

Ermeni mektebinin önünde çocuklar, fişek kovanlarıyla bir çeşit mortiz oynamağa başladılar. Sokaklar boş fişek kovanlarıyla doluydu...”

*Delibaş ayaklanması Konya Ekim-Kasım-1920


Avare Yıllar Alıntılar

Çoğu sefer, çimenlerin üzerine sırtüstü uzanır, mavi gökte kayan hafif, beyaz bulutlar seyrede seyrede, Allahı ve onun meselelerini düşünürdüm.

Kara karanlıkta, kara taşın üstündeki kara karıncanın bile attığı her adımı gören ve bunu ezelde tayin eden o... Kaderimizin hakimi, evrenin sahibi, iyiyi de, kötüyü de, şeytanı da yaratan. Bizden, bizim aileden ne istemişti? Babam niçin siyasetle uğraşmış, öbür tarafa niçin geçmiş, niçin yokluğa düşmüşüz, delik pabuçlar, paçaları tiftiklenmiş pantolonla gezmeye mecbur olup, etrafımdakilerin iğneli bakışlarına niçin hedef olmuştum?

Kesinlikle, bütün bunları, o, kaderimizin hakimi, evrenin sahibi olan, kara karanlıkta, kara taşın üstündeki kara karıncanın attığı adımları gören Allah ezelde alınlarımıza yazmış da onun için. Bu kesinlikle böyledir. Peki ama, niçin? Biz ona ne yaptık da alınlarımıza bu kötü kaderi yazdı? Etrafımdakilerin iğneli bakışları neden? Bu kaderi kendi alnıma kendim mi yazdım ki? Yoksa Allah da onlardan taraf mı? Eğer o da onlardan tarafsa... Bu müthiş, çok müthiş bir şey olurdu.

Bir gün bütün bunların sebebini sormak için başımı göklere kaldırdım, onun mavi göklerine: “Bütün bunların manası ne?” dedim, “Söyle, neden? Niçin? Adalet neresinde bunun? Yakışır mı sana? Bizden ne istiyorsun? Gülüyorsun, değil mi? Onlar gibi gülüyorsun!”

Bu ilk isyanımı Allah'ın duyup duymadığını, sözlerime gülüp gülmediğini öğrenmek mümkün olmadı. Fakat görüyordum ki, ben, ateş çemberinin içine düşmüş bir akrebe benziyorum. Şehrin parke döşeli yollarında dolaş-sam, onların, dünyaya bol bol yemek, bol bol gezip tozmak için geldiklerine inananların ateş çemberi; kendimi kırlara atsam, Allah ve onun meseleleriyle çevrili bir başka çember, ateş çemberi! Kaçacak üçüncü bir yerim yoktu.

Sonraları dikkatimi karıncalar çekmeye başladı. Yeraltının bu ufacık hayvanlarındaki bitmez tükenmez çalışma aşkına hayran oldum. Ölü bir solucanı sürüklemekteki gücün hep beraberliği!

Keşke ben de bir karınca olsaydım. Beni insan, onları karınca, ötekileri sinek, at, fil, kaplan, balık. Yaratmaktan maksadı neydi?

Saatler geçip gitmiştir. Bulutlar pembeleşmiş, terli ırgatlar bağlardan dönmektedirler. Ne kadar düşünsem boş. Yaratılış gizinin kör olmuş düğümünü çözmeme imkan yok. Çözer gibi olduğumu zannettiğim yerde tekrar düğümlendiğimi görünce, esmerleşmiş kubbenin altında bitkin, iki yanıma sarkık kollarım, düşük omuzlarımla, çaresiz, şehre, ateş çemberinin içine yollanıyordum. 


Tekrar kırlar, tekrar Allah ve onun meseleleri... Kötü kader yazan Allah, yazmayan Allah, iyi kader yazan Allah, yazmayan Allah, cömert Allah, eli sıkı Allah, güldüren Allah, ağlatan Allah, vuran Allah, kıran Allah, Şeytan'la başa çıkamayan Allah ve oyuncak olan zavallı kul! Kafam, bir türlü halledemediğim bu meselelerle yara haline gelmişti. Yirmi yaşındaydım, öbür taraftaki adamın oğlu olmaktan başka suçum yoktu. 


Herkes dertli, diye devam etti. Dertsiz insan yok bu dünyada.. Hele bizim mahallenin derdi.. Ne dert! Ekmek derdi, yakacak derdi, uyku derdi, verem derdi, sıtma derdi. Ne bileyim ben? Sizin deyişinizle söylüyorum, Allah'ın unuttuğu insanların mahallesi burası.

 

Buket Özsanat
3 Temmuz 2016 Pazar
5602 Görüntülenme

Facebook Yorumları

Site İçi Arama
Anket Tümü
Kitap okumanıza en çok engel olan şey nedir?