
...Bir, iki, üç, dört, beÅŸ... Adaletin baskısı beni rakkas haline getirdi, hücrede gidip gelmek bütün dünyam. Matematik olarak hesaplanmış. Hücrede hiç, ama hiç bir ÅŸey bırakılmayacak. Tutuklunun, kendini oyalamaması gerek. Penceredeki aralıktan bakarken yakalansam ağır bir cezaya çarptırılabilirim. Aslında hakları da pek yok deÄŸil, nasılsa onların gözünde yaÅŸayan bir ölüyüm. Ne hakla bir doÄŸa görüntüsüne bakıp kendimi oyalayabilirim?
Daha fazla dayanmama imkân yok, yalnızlıktan boÄŸuluyorum, bir insan yüzü görmek, tatsız da olsa bir ses iÅŸitmek zorundayım. Bir ses olsun yeter ki, bir ÅŸey duyayım.
Uygar bir ulus için, ikinci derecede bir sürgün cezasına baÅŸvurmak utanç vericidir. Sık sık ele geçtikleri için beceriksiz sayılabilecek küçük hırsızlar vardır ki bunlar sürgüne gönderilirler —o çaÄŸlarda sürgüne gitmek müebbetten farksızdı— Oysa hırsızlıkla geçirdikleri hayat boyunca, on bin franktan fazlasını çalmamışlardır bile. İşte bu nokta, Fransız uygarlığının en büyük saçmalığıdır. Bir ulus, toplumun başını aÄŸrıtan kiÅŸileri çok çabuk yok etmek ve onlardan hemen öç almak hakkına sahip deÄŸildir. Bu adamlar, insanlık dışı cezalara çarptırılmaktan çok tedavi edilmesi gereken kiÅŸilerdir.
Uygarca eÄŸitimin ikiyüzlülüÄŸünü taşımayan insanlar, doÄŸal bir tepki gösterirler. Anında sevinir ya da kırılır, neÅŸeli ya da kayıtsız kalırlar. Bu Guajirolar gibi saf Kızılderililer’in üstünlüÄŸü insanı ÅŸaşırtacak ölçüde. Bizi her ÅŸeyde geçiyorlar, birini benimsediler mi neleri varsa onun oluyor, karşılığında o insandan ilgi görürlerse aşırı duyarlı kiÅŸiliklerinde derinden duygulanıyorlar.
Nöbetçiyle konuÅŸmak da yasak mı? Sebep ne olursa olsun? Ya insan çok acı çekerse? Ya gebermek üzereyse? Bir kalp, bir apandisit, güçlü bir astım krizi gelirse? Ölüm tehlikesinde olanın imdat diye bağırması da mı yasak? Bu kadarı fazla! Yok canım, normal. Sonuna kadar dayanamayıp sinirlerin laçka olursa, rezalet çıkarmak çok kolay bir iÅŸ. Sesleri iÅŸitmek, seninle konuÅŸulduÄŸunu, “Geber, ama sus” denmesi pahasına konuÅŸulduÄŸunu duymak için patırtı etmek basit. Ama aynı ÅŸeyi, burada yatan iki yüz elliye yakın mahkûmdan her gün en az yirmi kadarı, beyinlerinde biriken gazı boÅŸaltmaya yarayan bir supap gibi kullanabilir.
Bu aslan kafesini yaptırmayı düÅŸünen, bir psikiyatr olamaz. Bir hekim, ÅŸerefini bu denli ayaklar altına alamaz. YönetmeliÄŸi kabul ettiren bir doktor deÄŸil. Ama bu bütünü meydana getiren adamlar iÄŸrenç iki canavar, ahlâksız ve kurnaz iki psikolog, mahkûmlara karşı büyük nefret duyan iki kiÅŸi herhalde.
Caen'da, Baulieu merkez cezaevinin, yerin iki kat dibindeki zindanlarında tutuklulara yapılan iÅŸkencelerin ve kötü davranışların yankısı sızar, kulaklara gelirdi. Bunun delilini, kelepçelerle baÅŸparmaklarımı birleÅŸtiren aleti çıkardıklarında, gardiyanların yüzünde beliren korkuyu okuduÄŸumda elde etmiÅŸtim. Bu korku, baÅŸlarına dert açılacağından çekinen kiÅŸilerin duyabileceÄŸi korkuydu. Ama burada, yalnız birtakım cezaevi memurlarının girebildiÄŸi bu zindanlarda herkes rahat, kimsenin başına dert gelmez.
Ağır çok ağır geçiyor saatler, günler, haftalar, aylar. Buraya gireli neredeyse bir yıl olacak. Mırıltıyla ve kırk saniyeden fazla konuÅŸmayalı tam on bir ay, yirmi gün var. Yine de, bir kere, yüksek sesle konuÅŸma fırsatı buldum. ÜÅŸütmüÅŸ, çok üÅŸütmüÅŸtüm. Hastalığımın doktora çıkmak için yeterli bir gerekçe olduÄŸunu düÅŸünerek listeye yazıldım.
İşte doktor. Kapımdaki deliÄŸin açıldığını büyük bir ÅŸaÅŸkınlıkla gördüm. Delikte bir kafa belirdi:
— Neniz var? Nedir hastalığınız? CiÄŸerlerinizde mi bir tıkanma hissediyorsunuz? Dönün, öksürü
Yok canım, bu kadarı insanla matrak geçmek, diyeceksiniz. Oysa gerçeÄŸin ta kendisi, Kapıdaki delikten beni muayene eden, kapının bir metre ötesinde sırtımı döndürüp aralıktan kulağını uzatarak dinleyen sömürge doktorunu da gördüm. Sonra: “Kolunuzu çıkarın”, dedi. Kolumu çıkarmak üzereydim ki kendime duyduÄŸum saygıyla bunu yapmaktan vazgeçtim, garip doktora:
— TeÅŸekkür ederim, rahatsız olmayın, dedim. Hiç gereÄŸi yok.
Yaptığı muayeneyi ciddiye almadığımı anlatacak gücü kendimde bulabildim. “Nasıl istersen” demek alçaklığını da gösterdi. Ve çekti gitti. Allahtan gitti, neredeyse sinirden patlamak üzereydim.
Bir, iki, üç, dört, beÅŸ, dönüÅŸ. Bir, iki, üç, dört, beÅŸ, dönüÅŸ. Yürüyorum, durmak yorulmak bilmeden, hırsla yürüyorum, genellikle gevÅŸek olan bacaklarım bugün gergin. Başıma gelenlerden sonra, sanki bir ÅŸey ezmek ister gibiydim. Ayaklarımla neyi ezebilirim ki? Altımda betondan baÅŸka ÅŸey yok. Hayır, böyle yürümekle pek çok ÅŸeyi ezebiliyorum. YönetmenliÄŸe hoÅŸ görünmek için bu kadar alçalabilen doktorun ödlekliÄŸini eziyorum. BaÅŸka bir sınıfın acı ve sıkıntılarına kayıtsız kalan bir sınıf insanın kayıtsızlığını eziyorum. Fransız halkının cehaletini, iki yılda bir Saint-Martin-de-re'den yola çıkan insan yükünün nereye gittiÄŸini ve nasıl olduÄŸunu düÅŸünmeyecek kadar ilgi ve merak yoksunluÄŸunu eziyorum. Belirli bir cinayet iÅŸlediÄŸi gerekçesiyle bir adam hakkında patırtılı yazılar yazan polis muhabirlerinin birkaç ay sonra aynı adamın varlığını bile unutabilmelerini eziyorum. Günah çıkaranları dinleyen, kürek cehenneminde olup bitenleri bildikleri halde susan Katolik papazlarını eziyorum. Suçlayanla kendini savunan arasında bir “hitabet oyunu” halini alan ceza muhakemeleri usulünü eziyorum. “Durdurun kuru giyotininizi, yönetmenliÄŸe baÄŸlı memurların kolektif sadizmine bir son verin” demek için sesini yükseltmeyen İnsan Hakları KuruluÅŸu'nu çiÄŸniyorum. Hiç bir örgüt ya da kuruluÅŸun bu yöntem sorumlularını sorguya çekip çürüme yolunda, iki yılda bir, neden mahkûmların yüzde sekseninin yok olduÄŸunu sormayışını çiÄŸniyorum. İntihar, düÅŸkünlük, devamlı açlık, iskorbüt, verem, delilik ve erken bunama teÅŸhisleriyle imzalanmış resmî ölüm raporlarını çiÄŸniyorum. Kim bilir daha neler eziyorum ayaklarımın altında? Ama bütün bu olup bitenlerden sonra herhalde eskisi gibi yürümüyor, her adımda bir ÅŸeyler çiÄŸniyorum.
Bir, iki, üç, dört, beÅŸ... ve saatler... ağır ağır akıp geçerken, yorgunluk sessiz isyanımı bastırıyor.
kürek mahkûmunun pek bir ÅŸey sayılmadığını düÅŸündüm. Alçakça öldürülse bile, kimin öldürdüÄŸünü araÅŸtırmak zahmetine katlanan çıkmıyordu. YönetmenliÄŸin gözünde, kürek mahkûmu bir hiçti. Köpekten bile deÄŸersiz bir yaratık.
Belki bir af çıkar, savaÅŸ patlar, bu kaleyi yıkacak bir yer sarsıntısı olur ya da tayfun patlak verir. Neden olmasın? DüÅŸün ki namuslu bir adam, Fransa'ya dönüyor ve Fransızları galeyana getiriyor, onlar da Cezaevleri YönetmeliÄŸini deÄŸiÅŸtiriyor ve insanları giyotinsiz idam etme yöntemlerini kaldırıyorlar. Belki bu iÅŸkenceye dayanamayan bir doktor, Güyan'da olup bitenleri bir gazeteciye, bir papaza anlatır, kim bilir?
Kenara itilmiÅŸ bir dışkı, toplumun bir pisliÄŸisin, ne sandın kendini? Seni mahkûm eden on jüri üyesi gerçekten bir kere, seni bu kadar ağır bir cezaya çarptırmakla iyi edip etmediklerini vicdanlarına sordular mı acaba? Dilini neyle koparacağına bir türlü karar vermediÄŸin savcı, sözlerinde fazla ileri gittiÄŸini hiç düÅŸündü mü? Avukatlarım bile beni hatırlamıyordur herhalde. BaÅŸkandan sonra ailem de aynı görüÅŸte olmalı. Yalnız baÅŸlarına açtığım belalardan ötürü yakınlarım herhalde bana epey kırgındır. Bir kiÅŸi, babam, zavallı babam oÄŸlunun sırtına yüklendiÄŸi ağır yükten ötürü söylenmiyor, aÄŸzım açıp gık demiyordur. Bundan eminim. Bu ağır yükü, oÄŸlunu suçlamadan, en ufak bir serzeniÅŸte bulunmadan sürüklüyordur hem. Bir öÄŸretmen olarak yasalara saygı duyduÄŸu, yasaların anlaşılmasını ve benimsenmesini öÄŸrettiÄŸi halde. Yürekten haykırdığına da eminim: “Alçak herifler, yavrumu öldürdünüz, daha da beteri, yirmi beÅŸyaşındaki oÄŸlumu ağır bir ölüme mahkûm ettiniz!” Yavrusunun nerede olduÄŸunu, ona neler yapıldığını bir bilse, anarÅŸist kesilebilir.
Bu gece, “insan yiyen”, adını her zamankinden çok hak etti. İki kiÅŸinin kendini astığını, birinin de aÄŸzına ve burnuna paçavra doldurarak boÄŸulduÄŸunu öÄŸrendim. 127 numaralı hücre, gardiyanların nöbet deÄŸiÅŸtirdiÄŸi yerin yakınında, her keresinde de konuÅŸmalarının bir bölümünü duyabiliyorum, örneÄŸin bu sabah, geceki olayları duymamı engelleyecek kadar alçak sesle konuÅŸmadılar.
Kürek cehennemindeki gardiyanların yanında sen, iyi bir aile babası kalırsın. Bunu uzun zamandan beri biliyorum, çünkü kürek cehenneminin yaratıcısı Napolyon, “Bu haydutların başına kimi dikeceksiniz?” sorusuna: “Onlardan daha haydut olanları!” cevabını vermiÅŸ.
Giyotinden kurtulan bu adama bakıyor ve bütün çektiklerimin karşımdakinin katlandığı iÅŸkenceler yanında hiç kaldığını düÅŸünüyordum.
Bir kelebek uçuyor. Uçuk mavi üzerine incecik bir siyah çizgisi var.
Çocuklara özgü o açıklığı, bu bulunmaz çağı ötekilerden ayıran her ÅŸeyi tüm saflığıyla görme yeteneÄŸini, anlayış zenginliÄŸini, iyi niyeti, sevgiyi ve temizliÄŸi bu Kızılderililerde buluyorum.
Ya Güvercinler Adası’ndaki cüzzamlılar! Korkunç bir hastalığa yakalanan, yine de yüreklerinde, bize yardım etmek için gerekli soyluluÄŸu bulan o sefil kürek mahkûmları!
İçten gelen iyiliÄŸiyle Belçika Konsolosundan, beni tanımadan hayatını benim için tehlikeye atan Joseph Dega'ya kadar. Kaçışım sırasında tanıdığım bütün bu insanları görmek bile kaçmaÄŸa deÄŸer. Bu olaÄŸanüstü insanları tanımakla ruhumu zenginleÅŸtirdiÄŸim için, baÅŸarısızlıkla sonuçlansa da kaçışım bir zaferdir. Hayır, kaçtığıma hiç piÅŸman deÄŸilim.
Hayat bu iÅŸte. “Çürümeye, bozulmaya giden yirmi beÅŸ yaşındaki bir çocukla” alay edip kahkahalarla gülünüyordu.
Kitap Yorumu için tıklayınız.