Tarihindeki darbelerin, askeri müdahalelerin, idamların etkisinden sıyrılamamış, üzerindeki karanlığı atamamış bir ülke; Türkiye. 70’lerin sonlarına gelindiğinde tüm yaralar hala sıcak ve taze. Darbelerin ekonomiye vurduğu baltaların izleri de öyle…
Elektrik, petrol, kömür yok, kuyrukların ardı arkası kesilmiyor… Karaborsa almış başını gidiyor. 1980’in Ocak ayında maddi krizin etkisi ve uluslararası güçlerin esareti altında alınan kararlarla daha da batağa saplanan bir ekonomi. Daha çok borç, daha çok yokluk, daha çok kriz ve tüm bunları gölgelemek adına daha çok ölüm…
Eylül öncesi…
Bir yanda enflasyon, bir yanda terör…
Üniversiteler karışık, sokaklara kargaşa hakim. Yurdun dört bir yanından her gün acı haberler geliyor. Suikastlar, bombalar, yangınlar, soygunlar, katliamlar… Tırmandırılan mezhep savaşlarını, sağ-sol çatışmaları izliyor ve tıkır tıkır çalışıyor görünmezlik zırhına bürünmüş eller.
“Böl, parçala, yönet” mantığının sonucunda, bölünüyor, parçalanıyor insanlar ve Sivas, Çorum, Maraş kana bulanıyor.
Tarihler 12 Eylül’ü gösteriyorken, provokasyonlarla ince ince işlenerek yaratılan kaos ve iç savaş çanları çalınarak meşrulaştırılmaya çalışılan bir darbenin aylar öncesinden duyulan ayak sesleri, tankların, postalların seslerine karışıp yankılanıyor ülkenin sokaklarında.
Vatandaşın mal ve can güvenliğini sağlama, akan kanı durdurma söylemleriyle ordu el koyuyor yönetime ve daha çok kanın aktığı, daha çok canın yandığı yeni bir dönem başlıyor…
Aykırı(!) düşünen herkes anarşist ilan ediliyor. Sokağa çıkmak, darbeyle ya da ülke gündemiyle ilgili eleştirel bir haber yapmak, düşünce beyan etmek, konuşmak yasak! Gazeteler kapatılıyor, gazeteciler hakkında davalar açılıyor, basın susturuluyor. Yayınlar sansürleniyor, kitaplar toplatılıp yakılıyor, filmler yasaklanıyor.
Düşünceler prangalar altına alınırken, tehlikeli olarak addedilen ya da muhalif olan herkes için sıkı bir temizlik başlıyor. İzlemeler, fişlemeler, gözaltılar, tutuklamalar… Aylarca süren işkenceler; falaka, elektrik, askı… Yıllarca süren cezaevi süreçleri; baskı ile yıldırma, ezerek susturma, zulümle var olma politikaları.
Ve direnenler, yılmayanlar, güce biat etmeyenler, düşüncelerini özgürce haykırabilenler, insanlık dışı muamelelere boyun eğmeyenler. İsyanlar, eylemler, açlık grevleri, ölüm oruçları…
Ve idamlar… Devlet eliyle ölüm fermanları yazılan iktidar uğruna katledilen canlar…
--
tören adımlarıyla ölmek
ne garip şey anne
kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum
bütün gözler üstümde
Nevzat Çelik
--
Böylesine kara, böylesine acı bir dönemi işleyen iki roman var şuan elimde. Bunlardan biri Habib Bektaş’ın kaleme aldığı, 1997 yılında yayınlanan Gölge Kokusu, diğeri ise Yücel Sarpdere imzasını taşıyan 1992 yılında yayınlanan Vatandaş Abuzer.
Aynı dönemde yaşananları konu alan bu iki roman birbirinden tamamen farklı bir tarza ve yapıya sahip. Yücel Sarpdere, yarattığı Abuzer karakteri üzerinden, polis merkezlerindeki, cezaevlerindeki uygulamaları ve emir komuta zincirindeki amirlerin, komutanların, gardiyanların tavırlarını anlattığı romanında, dönemin trajikomik bir panoramasını sunarken, Habib Bektaş küçük Metin’in anlatımıyla, parçalanan bir ailenin dramını gözler önüne seriyor.
Apolitikliğin ardındaki bilinç
Abuzer ile onu İstanbul’a götüren bir otobüsün içinde tanıştırıyor bizi Yücel Sarpdere. Abuzer’in tek derdi, İstanbul’da ekmeğini kazanabileceği bir iş bulmak. Ancak işler istediği şekilde ilerlemiyor. Ülke darbenin etkisi altında. İstanbul yeri yurdu olmayanlar için tam bir saatli bomba. İstanbul’a adımı attığı ilk gün polisler tarafından yakalanıyor Abuzer. Tek suçu İstanbul’a gelmiş olmak. Bölge karakolunun nezarethanesinde beş gün, siyasi şubede 27 gün yattıktan sonra, 74 kişiyle birlikte Anadolu’ya giden bir trene bindirilerek İstanbul’dan sürülüyor. Simit almak için indiği treni kaçırınca, önüne gelen ilk trene atlıyor ve yine İstanbul’da buluyor kendini. İstanbul’da geçirdiği birkaç günün ardından elinde gazetesiyle sokakta yürürken yeniden yakalanıyor. Bu seferki tutuklanma nedeni örgütün beyni olmak. Apolitik bir çizgi içinde bulunan Abuzer için her şey bu süreçten sonra başlıyor. Gerçek ismini, arkadaşlarını, örgütle olan bağlantılarını öğrenmek için girişilen uzun sorgular, bitmeyen işkenceler ve kraldan çok kralcı olanların sınır tanımayan vahşilikleri. O kendisine yöneltilen tüm sorulara kendince, kendi tarzında cevaplar veriyor, hikayeler anlatıyor. Sorgucularıyla dalga geçiyor, çileden çıkartıyor emir erlerini, amirleri, müdürleri. Bir nevi pasif belki de en aktif direniş onunkisi.
İşkencelerin ardından kendisine neden konuşmadığını sorduklarında verdiği cevap, av ile avcı arasındaki psikolojik savaşın en iyi örneklerinden biri.
“Konuşup da sizin dikkatinizi dağıtmak istemem,” dedi. “Ne de olsa siz devlet görevi yapıyorsunuz. Bu yüzden kıymetli zamanınızı almak istemem. Siz bana aldırmayın, işinize devam edin.”
Düşüncelerinden ödün vermeyen Abuzer’in cezaevi süreci de siyasi şubedekinden farklı geçmiyor. Tüm görevlilerin gözü onun üstünde, cezaevi müdürü tarafından yakın takipte. Cezaevine girer girmez ilk talebi doktora gitmek. Koğuş arkadaşları doktor talebinin sonuçları konusunda onu uyarsalar da, o doğru bildiğinden şaşmıyor, hücreye de kapatılsa, kendinden geçene kadar dayak da yese, o yine ayağa kalkıp mücadelesine devam ediyor. Hak savunmak bu ülkenin literatüründe yer almadığı için boyun eğdirmeye yönelik yeni kurallar geliyor cezaevine. Zorunlu spor(!) saatleri, tek tip üniforma zorlamaları… Her olayda boyun eğmeyenlerin yanında yer alıyor Abuzer. Direnişlere, açlık grevlerine katılıyor, hem psikolojik hem de biyolojik savaşın içinde yer alıyor.
Yücel Sarpdere, romanında ağlanacak halimize güldüren bir dille, apolitikliğin ardına sakladığı Abuzer ile bilincin ve insan olabilmenin, düşünmekten yoksun, tamamen boyunduruk altına girmiş görevliler ile cehaletin ve caniliğin panoramasını sunuyor.
Kitabın arka kapağında da yer alan romanda geçen küçük bir kesit, dönem yöneticilerinin düşüncelerinin ve bakış açılarının bir nevi yansıması.
General bir başka gardiyana döndü: "Buradaki tutukluların statüsü nedir?"
Gardiyan soruyu pek anlayamamıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu ama kem küm ediyordu.
General bu kez soru şeklini değiştirdi: "Yani evladım" dedi "Buradaki tutuklular normal tutuklular mıdır?"
Asker bu kez soruyu allamanın şevkiyle gırtlağını yırtarcasına cevap verdi. "Hayır komutanım."
"Ya nasıl tutuklulardır?"
"Anormal tutuklulardır komutanım."
"Peki normal tutuklularla, anormal tutuklular arasındaki fark nedir?"
"Normal tutuklular, normal cezaevlerinde bulunurlar komutanım. Hırsızlar, esrarcılar, ırza geçenler normal tutuklulardır. Vatanı yıkmaya kalkışanlar anormal tutuklulardır!" "Peki bunlara nasıl davranırız?"
"Anormal komutanım"
Vatandaş Abuzer, tek cümleyle ifade edilirse; Yaşamda güzel izler bırakanlar ile izleri tarihin karanlığına hapsolacak olanların çatışmasını anlatan bir dönem romanı.
--
Küçük Metin’in Dünyasından Darbenin İzleri
Habib Bektaş, Eylül Fırtınası adıyla sinemaya uyarlanan Gölge Kokusu ile 12 Eylül döneminin insan hayatlarına dokunan, iz bırakan yanlarını gözler önüne sermek için Metin’i konuk ediyor satırlarına. Metin henüz okul çağına gelmemiş küçücük bir çocuk. Kitabın ilk sayfalarında çocuk saflığıyla, çocuk dünyasıyla kahraman polisleri arayan gözlerinin uğradığı hayal kırıklığı ve içinde yankılanan “kahraman değil”ler haykırışlarıyla karşımıza çıkıyor.
Annesinin (Ayten’in) yanında nezarethane de geçirdiği iki günün ardından dedesinin yanına, Manisa’ya yerleşiyor Metin. O süreçte Ayten’in sorgusu devam ediyor. Eşinin yerini öğrenmeye çalışıyorlar ondan, o susuyor ve susmasının bedelini, kadın bedeninin gördüğü en ağır işkencelerle ödüyor.
Metin Manisa’da annesinden uzak günlerde kimi zaman mutlu, kimi zaman hüzünlü anlar yaşıyor. Konuşmalar çalınıyor kulağına, bir kısmını anladığı, birçoğuna anlam veremediği, kendince anlamlar yüklemeye çalıştığı kelimeler, cümleler. Komünist nedir, darbe nedir bilmiyor. Darbe olunca babaların neden kaçtığını da anlayamıyor.
Kokularla tanımlıyor etrafındaki yaşamları. Kokularıyla tanıyor çevresindekileri, kokularıyla adlandırıyor üstlerine sinen duyguları ve köyde dedesinin yanında annesinin çimen kokusunun özlemiyle geçiriyor günlerini. Rüyalarında onu görüyor, ona sesleniyor;
Annem çok uzaktan bakıyor. Annem tül gibi, bulut gibi. Annemin dudakları şişmiş. Annemin gözleri şişmiş. Annem cam gibi. Annem duman gibi. Annem çok uzakta. “Gel artık,” diyorum. “N’olursun gel.” Annem koşuyor. Annem bana koşuyor. Ben de koşuyorum. Koşuyorum, hep koşuyorum. Ellerimi uzatıyorum. Annem de ellerini uzatıyor. Annemin ellerinin tutamıyorum. Annem uçuyor. Ben uçamıyorum. Bağırıyorum. “Anne!” s:77
Ve bir gün perişan halde dönüyor Ayten.
“Annemin kollarına atılmak istiyorum. Annem beni görmüyor. Annem hiçbir şey görmüyor. (…) Annem ağaçlar, çimenler gibi kokmuyor artık.” S:98
Bundan sonra tanıdıkları sıcaklıktan uzak, içtenlikten yoksun, sevginin kötülüklerle köreltildiği, Metin’in hiç tanımadığı bir hayatın kapıları açılıyor onlar için.
Önce babasının, ardından annesinin Almanya’ya gidişinden sonra dedesiyle kalan, annesinden ve babasından uzaklaşan Metin, kitabın ikinci bölümünde Almanya’da 19 yaşındaki haliyle çıkıyor karşımıza. Almanya’daki yaşamda çok farklı değil onlar için. Çünkü ne Ayten ne de Metin atamıyorlar üzerlerinden geçmişin izlerini.
Türkiye’deki ve Almanya’daki süreç göz önüne alındığında iki ayrı roman çıkabilirmiş bu kitaptan dedirtiyor Habib Bektaş. Ne yapacağını, nasıl davranacağını, nasıl yaşayacağını bilemeyen insanlar, işkencenin izleriyle korkuya hapsolmuş hayatlar, yok olan umutlar, paramparça olan aileler, boşluğun içinde savrulan çocuklar…
Habib Bektaş, Metin’in gözünden anlattıklarıyla, tek tek dokunuyor karakterlerin ruhlarına. Acılarını, çaresizliklerini, vazgeçmişliklerini ya da hayata tutunma çabalarını yaşatıyor okuyucuya.
Her bir karakter ayrı bir acının, ayrı bir hüznün içinde…
Sevgi dolu bir ortamdan kopartılıp, sevgisi, nefreti ve isyanlarıyla var olma mücadelesi veren, hayatı küçücük yaşında karartılan, gün be gün değişen Metin…
Gördüğü işkencelerin ardından oğluna bile sarılamayan, erkek dokunuşlarından tiksinen, geceler boyu kabus görüp korkuyla sıçrayan ve ne yaparsa yapsın, ne kadar zaman geçerse geçsin asla bir erkekle yakınlaşamayacak olan Ayten.
Ayten’in ardından yakalanan (teslim olan), sorguda dayanamadı, Ayten kadar dik duramadı söylemleriyle yaftalanan ve ömrü boyunca bununla yaşamak zorunda bırakılan ve çareyi alkolün uyuşturuculuğunda bulan bir baba; Rasim.
Kızının acısının, saygı gördüğü köylüler tarafından dışlanmasının, eşini ve en yakın dostunu kaybetmesinin ardından çıldıran bir dede, Efe.
Her daim ezilenin yanında olan, saygı duyulan, sözü dinlenen, haksızlığa tahammül edemeyen vefakâr bir kadın; Şerife.
Ve diğerleri; Sultan, Sadık Usta, Koreli, Hatice, Inga, Çıt…
Her biri özel, her biri hayatın farklı bir yanından darbe yemiş insanlar.
Habib Bektaş yoğun karakter akışı ile ülke gerçeklerinin insanlar üzerindeki en yalın örneklerini sunuyor bize.
--
Çoğunlukla çocuk kitapları yazan Habib Bektaş Manisa Salihli doğumlu. Türkiye’de ve Almanya’da bir çok kitabı yayınlanan yazar Gölge Kokusu ile İnkilap Kitabevi Roman ödülünü kazanmış. Kitabının içinde kısa bir biyografisi bile mevcut olmayan, Paralı Asker, Ruhsatsız Sözcükler, Kızılcık Operasyonu, Can Dostu gibi kitaplara imza atan ve hala Evrensel’de makaleleri yayınlanan Yücel Sarpdere hakkında ise bilgi sahibi olabilmek çok zor.
Muhtemelen farklı yaşam biçimlerinden kopup gelen iki yazarın kitabı da, ülkenin karanlık dönemlerinden birini konu etmesine, en acı hatıraları gün yüzüne yeniden çıkartmasına rağmen, satır aralarından umut, sevgi, bağlılık eksik olmayan bir anlatım tarzına sahip. Sonları nasıl biterse bitsin, iyi ya da kötü, insan olmanın, insani değerleri yüceltebilmenin onurunu taşıyorlar. Sırf bu yüzden bile okunmaya değerler. Salt kötülükle değil, saf iyilikle var olunabilineceğinin en güzel örnekleri zannımca.
Aklın, sağduyunun yok olmasıyla “Celladına aşık” olmaya meyilli insan topluluklarının çoğalması sonucunda yaşanan kara günlerin tekerrür etmemesi umuduyla, keyifli okumalarınız olsun…
Yeni Gelen Dergisi, Ağustos 2019
Buket Özsanat