Orijinal dilinde 1965 yılında yayınlanan Boyalı Kuş, Polonyalı yazar Jerzy Kosinski’nin ilk kitabı. Ülkemizde ilk olarak E Yayınları tarafından 1968 yılında Aydın Emeç çevirisiyle okuyucuyla buluşan roman küçük bir çocuğun İkinci Dünya Savaşı sırasında başından geçen olayları anlatır.
Sıkıntılarla dolu yoksul bir hayattan çıkıp eşi Mary sayesinde sosyetenin içinde kendine yer bulan Kosinski, öncelikli olarak servetin boyutlarını, gücün ne demek olduğunu, kendisini kuşatan yüksek sosyeteyi anlatan bir roman yazmak ister. Ancak zengin, şaşaalı yaşamında, bu konuda duygularının özüne inemeyeceğini düşünerek, ilk romanını savaş sırasında evsiz barksız kalmış bir çocuk hakkında yazmaya karar verir. Kurguyla kendi çocukluğunda yaşadıklarını harmanlayıp, “şiddetin şiiri” olarak tanımlanan Boyalı Kuş’u kazandırır edebiyat dünyasına.
“1939 yılının sonbaharı, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk haftaları. Binlerce benzeri gibi, altı yaşındaki o küçük çocuk da, Orta Avrupa’nın büyük bir şehrinde yaşayan annesiyle babası tarafından uzak bir köye gönderildi.”
İsmini bilmediğimiz küçük kahramanımızın hikâyesi Kosinski’nin bu sözleriyle başlar. Savaşın başlangıcında ailesinin onu korumak için tanımadıkları bir adamla köye göndermesinin ardından, köy köy dolaşıp yaşama tutunma çabaları savaş bitimine kadar devam eder. Toplam yirmi bölümden oluşan romanın her bölümü ayrı bir hikaye barındırırken içinde, her yeni bölüm yeni şiddetlere, işkencelere, aklın alamayacağı denli kötü eylemlere gebedir. Kosinski, yıllar boyu okuduğumuz, duyduğumuz, gördüğümüz her türlü şiddet olayını 239 sayfalık tek bir kitabın içinde birleştirip kötülüğün kitabı olarak çıkarır karşımıza. Tek tek dinlediğimizde kısa, geçici tepkilerimize yol açan olayları art arda sıralarken gerçeğin balyozunu indirir okuyucunun kafasına. İnsanların kötülüğünün sınırının olmadığı bilinmesine rağmen, “insanlar bu kadar kötü olabilir mi” sorusunu her bölümde yeniden sordurur. Ensestin, tecavüzün, zoofilinin de içinde bulunduğu sapkınlıklar, acımasızlıklar mide bulandırır, baş ağrıtır, iç şişirir, kitabı bir kenara atma isteği uyandırır.
Kitabı hakkında, vahşet sahnelerinin abartıldığını söyleyenlere en iyi yanıtın, bazı arkadaşlarının kitabı okuduktan sonra “romanın kendilerinin ve akrabalarının yaşadıklarının yanında pastoral bir öykü kalacağını söylemeleri” olduğunu belirtir Kosinski ve romanında yaşananların gerçekliğini savunur. Çünkü o romanında yazdığı hikâyelerin tümünü, kendi yaşanmışlıklarına ikinci dünya savaşı sırasında gerçekleşen olayları ekleyerek yazar. Boyalı Kuş’ta kötülüklerin ve vahşetin yanında, farklı olanın cezalandırıldığı, ezildiği, hor görüldüğü, yok edilmek istendiği bir dünyayı da resmeder. Kitabın kahramanı 6 yaşındaki küçük çocuk, siyah saçları ve kara gözleriyle, sarı-kızıl saçlı, renkli gözlü insanların dünyasında kimi zaman Çingene ya da Yahudi yaftasıyla itelenir, kim zaman da batıl inançların ve korkunun esaretindeki köylülerin arasında kendilerine ölümü getirecek uğursuz bir varlık, bir canavar olarak nitelendirilir. Kitaba adını veren Kosinski’nin çocukluğunda gözlemlediği eski bir köy geleneği olan Boyalı Kuş hikâyesindeki kuşlar da küçük kahramanımızla aynı kaderi paylaşır.
''Bazen günler geçer, Ludmilla görünmezdi. O zaman büyük bir kızgınlık, gizliden gizliye kemirirdi Lekh'in içini. Gözlerini kuşlara diker, saatler boyunca kendi kendine homurdanırdı. Uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlardan birini seçerdi. Kuşu bileğine bağladıktan sonra bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan. Sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin göz kamaştırıcı parlaklığını verirdi.
Sonra ormanın içlerine yürürdük birlikte. Epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutarak sallamamı isterdi. Boyalı kuş söylenir durur, bağırışına gelen bir sürü kuş tepemizde dönmeye başlardı. Onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi delice atardı.
Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı.Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içindeki zavallı kuş havada duramaz düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk.''
Asıl adı Josef Lewinkopf olan ve korkunç günlerin geleceğini öngören babasının soyadlarını değiştirmesi sonucunda yeni bir kimliğe bürünen Kosinski, adı olmayan roman kahramanımız gibi, altı yaşındayken evinden ayrılır. Nazi işgalindeki köylerde ırgatlık, hayvan bakıcılığı ve çiftçilik yapar. Henüz küçük bir çocukken hayatın zorluklarıyla iç içe bir yaşam sürer. Dokuz yaşındayken sesini kaybeder ve beş yıl boyunca hiç konuşamaz. Bir kayak kazası sonucunda sesine kavuşur. Kosinski’nin bu yaşanmışlıklarının hepsi Boyalı Kuş’da da mevcuttur. Bu nedenle de otobiyografi gözüyle bakılır romana. Ama Kosinski buna karşı çıkar. Bu roman sadece onun öyküsüyle, diğerlerinin; savaşın acı çeken taraflarının öykülerinin bir karışımıdır.
Boyalı Kuş yüzünden birçok sıkıntıya maruz kalır Kosinski. Kitap ülkesinde yasaklanır, Polonyalıları kötülediği söylenerek evi basılır, ailesine tehditler savrulur, vatan haini ilan edilir.
3 Mayıs 1991 tarihinde, 57 yaşındayken ardında kısa bir not bırakarak intihar eder: "Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin."
İntihar nedeni tam olarak bilinmez, son zamanlarında artık yazamadığını ve çalışamadığını söyleyen Kosinski’nin, bu nedenle intihar ettiğini düşünenlerin yanında, kitaplarındaki şiddetin onun iç dünyasında yarattığı karmaşıklık ve ruhsal çöküntü nedeniyle intihar ettiğini söyleyenler de bulunur.
Tüm bu nedenlerin yanına, ülkesinden dışlanmasını, kitapları birçok dile çevrilmesine rağmen, bitmek bilmeyen eleştirilerin acımasızlığını ve bunların yarattığı yorgunluk ve yılgınlık halini de eklemek gerekir.
Kendi deyimiyle toplumun en ölümcül anı olan savaş zamanında insanoğlunu en kırılgan haliyle, “çocuk haliyle” anlattığı Boyalı Kuş için 1976 yılında kitabına eklediği sonsözde söyledikleri bu kitabın basımının ardından yaşadıklarının en net ifadesidir.
“Eğer olabilecekleri daha önceden görseydim, Boyalı Kuş’u asla yazmazdım”
KİTAPTAN ALINTILAR
Veba kolay kolay gitmiyordu… Köylüler, kulübelerinin kapısında, başlarını göğe kaldırıp Tanrı'yı aramaktaydılar. Korkunç acılarını o yumuşatabilirdi. İşkence çeken bu insan gövdelerine o deliksiz uyku ihsan edebilirdi. Hastalığın anlaşılmaz, çözülmez sırrını ancak o, sonsuz bir kurtuluşa çevirebilir, ölü çocuğunun ardından gözyaşı döken annenin acısını o dindirebilirdi; yalnız o. Ama Tanrı, erişilmez bilgeliğiyle bekliyordu.
Kör olunca hayat boyu gördüklerini de unutur muydu acaba insan? Düş bile göremezdi belki o zaman. Eğer kör kişi, belleğinin gözlerini de yitirmişse bu iş o kadar önemli sayılmazdı. Dünya her yerde birdi nasılsa. Hayvanlar ve bitkiler gibi insanlarda birbirlerinden ayrılıyordu şüphesiz. Ama yıllar boyu onları görüp tanıdıktan sonra nasıl oldukları kestirilirdi. Ben yedi yıl yaşamıştım, yine de bir sürü şey biliyordum.
Ne yağmurun, ne rüzgarın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini silemeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü bir çekiç gibi asılıydı dünyanın üstünde. Bir süre demircinin havada kalan kolu, beklenmedik bir anda, hem de büyük bir güçle örsün üzerine iniverirdi. Köylülerin deyimiyle güneş ışığında toz zerrecikleri bile görülürdü.
Dinamit lokumu tek başına pek yanıcı değildi. Ama fitil ateşlenince, birkaç saniye sonra patlayıp koca bir çiftliği havaya uçurabilirdi. Bu tür silahları icat edip yapan kişileri düşünmeye çalışırdım. Almandılar şüphesiz. Çevrede onlara kimsenin dayanamayacağı, bu alanda Polonyalıları, Rusları, Çingenelerle, Yahudileri, çok geride bıraktıkları söylenmiyor muydu? Böylesine yaratıcı bir gücün, nereden geldiğini sorardım kendi kendime. Neden köylüler yaratıcı güçten bu kadar yoksundular? Neden değişik bir saç rengi, değişik bir göz rengi bazı insanlara büyük üstünlük sağlıyordu? Saban, orak, tırmık, tekerlek, kuyu değirmen, en cahil köylünün tek başına yapıp ne işe yaradığını nasıl kullanabileceğini bildiği basit şeylerdi. Ama cansız bir plastik parçasına inanılmaz yıkım gücü veren fitili bulmak, en kurnaz çiftçinin bile yeteneğinin çok üstündeydi.
Böylesi buluşların sırrını bilen Almanların dünyayı, esmer, kara gözlü, kara saçlı, uzun burunlulardan temizlemeye kararlı oldukları gerçekse benim yaşama şansım yok gibiydi.
Bulmak, yaratmak istediğim şeyleri düşünerek uyurdum. Örneğin, insan vücudu için bir fitil bulup ateşliyordum. Derinin, gözlerin, saçların rengini değiştiriveriyordu. Fitili taş yığınına soktun mu, köyün bütün evlerinden güzel bir evin oluyordu. Kem gözlerden koruyordu sonra insanı bu fitil. Böylece, kimse benden kaçmaz, daha rahat, daha mutlu yaşardım.
Geceleri geç saatlere kadar uyanık kalır, Tanrı’nın beni de cezalandırmak isteyip istemediğini sorardım kendi kendime. Annemle babam, her pazar kiliseye gider, beni de götürürlerdi. Tanrı’nın kızgınlığının, yalnız kara gözlü, siyah saçlı, Çingene denen insanlara yöneldiği doğru olabilir miydi? Neden babamın saçları açık renk, gözleri maviydi de annem esmerdi? Hem esmerlikleri, hem de sonları aynıydı Yahudilerle Çingenelerin, öyleyse onları ayıran ne olabilirdi? Herhalde, savaş bitince yeryüzünde sarı saçlı, mavi gözlü insanlardan başkası kalmayacaktı. Ama açık renk anne ve babası olup siyah saçlı doğmak mutsuzluğuna uğrayan çocuklara ne olacaktı?
Yakmak için koca koca fırınlar yapacaklarına, Yahudilerle Çingenelerin göz ve saç rengini değiştirmek daha kolay olmaz mıydı?
Buket Özsanat