Toni Morrison 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk siyahi kadın olma özelliğini taşıyor. Daha önce Merhamet kitabını okuduğum yazar, Sevilen kitabıyla 1988 yılında Pulitzer Ödülünü kazanmış.
2016 yılının başında Sel Yayınları tarafından yeniden basılan Sevilen’in önsözünde kitabın yazım sürecini anlatan Toni Morrison, Kentucky'den kaçarak Ohio'ya sığınan ve orada yakalanmasının ardından, bebeğinin kendisiyle aynı kaderi paylaşmasını istemediği için bebeğini öldüren bir annenin, Margaret Garner'ın hayat hikayesinden yola çıktığını belirtiyor.
Gerçek bir hikayeden kurgulanan ve kölelik hakkında yazılmış en iyi romanlardan biri olarak kabul edilen Sevilen, çarpıcı ve etkileyici bir hikayeye sahip. Toni Morrison, Kentucky’da köle olarak bulunduğu bir çiftlikten kaçan Sethe’nin yaşadığı acıları, direncini, yıkılmışlığını, vazgeçişini, hayata tutunuşunu şiirsel bir dille aktarıyor Sevilen’de.
Sethe, tecavüz edildiği, kırbaçlandığı, her türlü işkenceyi gördüğü, tarifi mümkün olmayan acılar çektiği kölelik yaşamından kaçmayı başardığını düşündüğü anda yakalanınca, çocuklarını kurtarabilmek için, kendi çektiği acıları onlarda yaşamasın diye, çocuklarını öldürmeye çalışan bir anne.
“O barakada olanları öğrenir öğrenmez kaçıp gitti. Dinlemeye bile katlanamadı. Çok yoğun, dedi. Sevgim çok yoğunmuş. O sevgiden ne anlar ki? Dünyada uğruna ölebileceği biri var mı? Bir mezar taşının üzerindeki yazıya karşılık, bir yabancıya bedenini verebilir mi? Başka bir yol, dedi. Başka bir yolu bulunabilirmiş. Öğretmenin bizi çeke çeke götürmesine izin mi verseydim? Senin de sırtını parçalamasına, ama önce her yanını ölçüp biçmesine? Neler hissettiğimi bir ben bilirim; herhangi birinin aynı duyguları sana da hissettirmesine izin veremezdim. Ne sana, ne de benimkilerden birine; sana “benim” derken, aynı zamanda benim de “senin” olduğumu kastediyorum. Çocuklarım olmadan tek bir soluk bile alamazdım. Bunu Baby Sungg’a da söyledim; dizlerinin üzerine çöktü, beni bağışlaması için tanrıya yakardı. Ama benim için durum hala aynı. Amacım hepimizi öte yana, annemin yanına götürmekti. Sizi oraya götürmemi engellediler., ama senin oraya varmanı önleyemediler. Ha ha. İyi bir kız gibi, benim olmak istediğim, hayırlı bir evlat gibi geri döndün –annem o çeltik tarlasından çıkabilse, asılmaktan kurtulabilseydi… Beni bir başıma bırakmasaydı, gerçekten de iyi bir evlat olurdum. Biliyor musun? Ağzına gem vurulduğu zamanlar, gülümserdi. Gülümsemediği halde gülümserdi, gerçek gülümseyişini hiç görmedim. Hep merak ederim; yakalandıklarında ne yapıyorlardı acaba? Kaçıyorlar mıydı dersin? Hayır. Sanmıyorum. Çünkü o benim annemde, hiçbir anne çocuğunu arkada bırakıp kaçmaz öyle değil mi?”
Aynı zamanda, ölen çocuğunun mezar taşına “Sevilen” yazdırabilmek için, mezarların arasında mezar taşına yazı yazan adamla birlikte olan bir anne.
“Yedi harf için on dakika. Bir on dakika daha verse, “İçtenlikle” sözcüğünü de yazdırabilir miydi? Ama bunu adama önermeyi göze alamamıştı; belki de yapardı, diye düşünmek hala içini sızlatıyordu bir yirmi dakika, bilemedin yarım saatini verseydi, tamamını, papazın cenazede söylediği bütün sözcükleri (yani söylenilebilecek her şeyi) bebeğin mezar taşına kazıtabilirdi belki: ‘İçtenlikle Sevilen.’”
Beyazların egemenliği altında bulunduğu, dışlandığı bir toplumdan kaçışta, yaptığından dolayı özgür siyahlar tarafından da dışlanan Sethe’nin, yalnızlığını, düşüncelerini, kendi kendine yetme çabalarını ve psikolojisini çok net bir şekilde gözler önüne sermiş Toni Morrison.
Sadece Sethe’nin yaşamıyla sınırlı değil Sevilen, aynı zamanda, annesine özgürlüğünü kazandıran Sethe’nin kocası Halle, herkes tarafından sevilen ve 60 yaşından sonra özgürlüğüne kavuşan Baby Suggs, kimseyi fazla sevmemek gerektiğine inanan Paul D ve arada kalan, annesini korumaya çalışan Denver ve diğerlerinin de iç dünyalarına derinlemesine bir yolculuğa çıkartıyor.
Baby’nin (ve Sethe’nin) yaşamında, dama taşları gibi hareket etmeyen ne bir kadın olmuştu, ne de bir erkek. Baby Suggs’ın, bırakın sevdiği, tanıdığı bütün insanlar –kaçıp gidenler ve asılanların dışındakiler- ya kiralandılar, borç verildiler, satın alındılar, geri getirildiler, bekletildiler, ipotek edildiler, kazanıldılar, çalındılar ya da el konuldular. Örneğin, Baby’nin sekiz çocuğunun tam altı babası vardı. (…)Elinde en uzun süre tuttuğu çocuk, Halle oldu. Yirmi yıl. Bir ömür. Bu, hiç kuşku yok ki, ona verilmiş bir armağandı: İki kızının, daha diş bile çıkaramadan satıldığını, veda bile etmeden götürüldüğünü öğrenenin acısına karşılık. Üçüncü çocuğunu (bir oğlan) yanında tutabilmek için, işçi başıyla dört ay çiftleşmesi yetmedi – oğlunu ertesi yıl, baharda keresteyle takas ettiklerinde, bunu yapmayacağına söz veren ama yapan adamdan gebe olduğunu anladı. O çocuğu hiç sevemedi; ondan sonrakileri de. “Tanrı canının istediğini alır,” dedi. Ve tanrı aldı, aldı, aldı, sonunda da ona Halle’i, özgürlüğün artık hiçbir anlam taşımadığı bir anda annesine özgürlük veren Halle’i armağan etti.
Toni Morrison okuduğum iki kitabında da, kölelik kavramını özellikle kadın kölelerin psikolojilerini ve içsel yaşamlarını öne çıkartarak, derinlemesine inceleyen bir anlatım sunuyor. Okuyucuyu zorlayan belli bölümlerin dışında, psikolojik tahlilleri ve anlatım tarzıyla etkileyen, duygu sömürüsü yapmak yerine farkındalık yaratmaya çalışan bir kitap Sevilen.
Keyifli okumalarınız olsun.
Kitap Alıntıları
Kendini özgürleştirmek başka şeydi, o özgür kişiliğe sahip çıkmak başka şey.
İnsanların Yaşam dediği ve peşinden koştuğu sürtüğü öldürdüler. Onlara bir sonraki şafağı düşündürmekle, onları zamanın bir sonraki vuruşunda her şeyin (sonunda!) düzeleceğine inandırmakla, ölümü çoktan haketmişti. (…) Seksen altı gün geçti ve Paul D başardı. Yaşam öldü. Paul D onun kıçına her gün, bütün gün, en küçük bir inilti gelmeyinceye kadar vurdu. Seksen altı gün.
Canının istediği şeyi sevebileceğin, onu arzulamak için birilerinden izin almak zorunda olmadığın bir yere ulaşmak. Evet, özgürlük buydu.
Baby iliklerine kadar yorulmuştu; özlemini çektiği renge kavuşmanın tam sekiz yılını alması da bunun kanıtıydı. Yorgunluğun saldırısı çok ani olmuş, ama yıllarca sürmüştü. Altmış yıl boyunca çocuklarını (onun yaşamını da çiğneyip bir kılçık gibi tüküren) insanlara kaptırmak; kendi geleceğiyle birlikte onun geleceğini de satın alan, bir başka deyişle, kendi yaşamını annesinin yaşamıyla değiş-tokuş eden son çocuğunun armağanı olan beş yıllık özgürlükten sonra onu da kaybetmek; bir kız evlat ve torunlar kazanmak, sonra da bu kızın öz çocuklarını katledişini görmek; özgür zencilerden oluşan bir toplumun üyesi olmak, sonra da aynı toplumun geri çekilmesine, uzaklaşmasına tanık olmak –eh, bu kadarı Baby Suggs’ı, o kutsal kadını bile yıpratmaya yeterdi.
Bin sekiz yüz yetmiş dört yılıydı ve beyazlar hala gönüllerince davranıyordu. Koskoca kentler siyahlardan bütünüyle temizleniyordu; sırf Kentucky’de, bir yıl içinde, seksen yedi linç olayı yaşanmıştı; kocaman adamlar çocuklar gibi kırbaçlanıyordu; çocuklar birer yetişkinmiş gibi kırbaçlanıyordu; siyahların gittiği dört okul yakılıp kül edilmişti; mürettabat siyah kadınların ırzına geçiyordu; mülklere el konuluyor, boyunlar kırılıyordu.
Herhangi bir beyazın, sırf canı öyle istediği için, senin özünü, benliğini alabileceği olgusu. Seni salt çalıştırmak, öldürmek ya da sakatlamak için değil; seni kirletmek için. Sana kim olduğunu unutturacak, bir daha da anımsatmayacak kadar kirletmek. O ve ötekiler bunu yaşamış ve aşmıştı, ama çocuklarının aynı şeyi yaşamasına izin veremezdi. Sahip olduğu en iyi şey, çocuklarıydı. Beyazlar onu gönüllerince kirletebilirdi, ama sahip olduğu en iyi, en mucizevi, en güzel şeyi kirletemeyeceklerdi –temiz olan yanını.
İster kölelik yaşamı, isterse özgür yaşam –her gün bir sınav, bir duruşmaydı. Aynı anda hem çözüm hem de sorun olduğun bir dünyada neye güvenebilirdin ki? Son güne yetecek kadar kötülük vardı, daha çoğuna gerek yoktu
Doğru olur muydu bu? Kendini kasmaktan vazgeçmek, bir şeyler hissetmek, doğru olur muydu? Kendini koyuvermemek, bir şeye güvenmek?
Buket Özsanat