Everest Yayınlarından çıkan, Orhan Kemal'in Bursa Cezaevin'de Nazım Hikmet’le geçirdiği 3,5 yılı anlattığı anıları(1940-1943), notları ve Nazım Hikmet’in mektuplarını içeren kitap bir çırpıda okunacak türden. Böylesine önemli anıları Orhan Kemal’in kaleminden okumak ise ayrı bir keyif.
O dönemde şiir yazıyor Orhan Kemal. Nazım Hikmet’in kaldığı cezaevine nakledileceğini duyunca çok seviniyor ve bu sevincini kendi deyimiyle; “benim gibi şiirler yazan, kendini şair sana iki arkadaşı” ile paylaşıyor hemen.
“Sana bir şey söyleyeceğim,” dedim İzzet’e, “bir şey söyleyeceğim ama, benden duymuş olma.”
Yüzüme merakla bakıyordu.
“Nazım geliyormuş!” dedim.
Onun da benim kadar sevineceğini, kalkıp boynuma sarılacağını sanıyordum. Kayıtsızca:
“Hangi Nazım?”
“Nazım Hikmet canım…”
Gayet soğuk:
“Ne zaman?”
“Ne zaman mı? Bilmem ama, Katip bey bu husustaki yazıyı gösterdi. Sen Katip Bey’den duymuş ol!”
Omuz silkti:
“Sen sevin, bana ne?..”
Donakaldım. Demek Nazım Hikmet’in gelmesi herkesi sevindirmeyebilirdi!
Nazım Hikmet gelmeden önce kendini hapishanenin en büyük şairi olarak gören Orhan Kemal, Nazım’a şiirlerini okuduğunda, “berbat, rezalet…” söylemleriyle karşılaşınca büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Bu süreçte, Nazım Hikmet’ten başta Fransızca olmak üzere bir çok konuda dersler alan Orhan Kemal’in, şairlik kariyeri son bulurken, yazarlık kariyeri başlıyor…
Yemeklerden, futbola, Piraye’den, Ayşe Celile Hanım’a kadar yaşadıkları birçok anıyı paylaşan Orhan Kemal; “Nazım düşmanları tarafından bile sevilen bir İNSAN’dır.” diyor ve başka bir bölümde şöyle tanımlıyor Nazım Hikmet’i:
‘İnsanlar vardır, kuramcıdırlar, birtakım kurallar, ilkeler peşinde koştuklarını iddia ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana zıttırlar. Nâzım, teoride ve pratikte aynı olmaya çalışırdı.
İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir "din" hâline getirmişti. Hele çocuklar... Ağlayan bir çocuğu kucağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, kesinlikle iddia edebilirim, her çocuk onunla "ahbap" olabilirdi.’
Nazım Hikmet’in Piraye ile kavgaları, küslükleri, maddi sıkıntıları ve Nazım’ın Piraye’ye özlemi de hayat buluyor Orhan Kemal’in satırlarında;
“Biliyor musunuz şu anda en arzuladığım şey nedir? İstanbul’da olmalıyım, kendi evimde, kendi zevkime, kendi ellerimle döşediğim evimde. Sonra akşamlar inmeli, almalıyım yanıma karımla oğlum Memed’i, geze geze inmeliyiz Barba bilmem neyakinin meyhanesine, biz karı koca karşılıklı rakı içerken, oğlum da mezelerimizden yemeli. Bu, bu kadarcık bir saadet için, tereddütsüz söylüyorum, geri kalan ömrümün on senesini seve seve verirdim.” (1943)
Cezası son bulduğunda buruk ayrılıyor cezaevinden Orhan Kemal.
“Onu hapishanede bırakıp çıkacağım aklıma geldi… Baba, ana, kardeş yahut çoluk çocuktan ayrılındığı zaman duyulan o türlü bir heyecana tutuldum ve içim sızladı.” diyerek dile getiyor düşüncelerini ve Nazım Hikmet için bir şiir kaleme alıyor.
NAZIM HİKMET'E
Sen
“Promete’nin çığlıklarını
Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam”
Sen benim mavi gözlü arkadaşım
Kabil değil unutmam seni.
26 Eylül 1943
Seni yapayalnız bırakıp hapishanede
Bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken
Koşacağım memlekete.
Ve tren
Bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek,
Gözü yaşlı bir genç kadına
Beş senenin ardından
Kocasını getirecek.
O dem ki boş verip istasyon halkına
Yanaklarından öperken sevgilimi
Sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın
İçimden bana
O dem ki yürekten her şey atılacak
Ekmek – kin – hasret
Fakat Nâzım Hikmet
Sen şu kadar kilometre uzakta kalmana rağmen
Aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını
Batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını.
Günler geçecek
Ekmek derdi çökecek omuzlarıma.
Fabrika.
Makinalar.
Tezgâhım.
Sana şekerkamışı, portakal yollayacağım.
Karım yün çorap örecek.
Her hafta mektup yazacağız.
-Askere almazlarsa eğer-
Unutabilir miyim seni?
Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini
Ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz
Müthiş anların küfrünü!
-Radyonun yanındaki duvara
Kurşunkalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin-
Unutabilir miyim seni?
Hâlâ beton malta boylarında duyuyorum
Takunyalarının sesini!
Unutabilir miyim seni hiç?
Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim,
Hikâye, şiir yazmayı
Ve erkekçe kavga etmeyi senden!
“Evime, memleketime, bilhassa kırk günlük bıraktığım beş yaşındaki kızıma kavuşacağıma ne kadar seviniyorsam, Nazım’dan, onun ölçüsüz dostluğundan ayrıldığım için de o kadar üzüntülüydüm.
(…)
Nazımdan başkası bilmiyordu, bilemezdi ki, yüreğimin büyük bir parçasını hapishane de bırakıp hapishanedekilerim dostluklarını evime götürüyordum.”
Nazım Hikmet Haziran 1944 tarihli mektubunda, yeni doğacak çocuğunun oğlan olması durumunda ismini Nazım koymalarını istiyor ve ilk oğullarına Nazım ismini koyuyorlar Yıldız ve Orhan Kemal çifti. Oğullarında yaşatıyorlar büyük üstadın anısını.
İki büyük ustanın, iki koca yürekli insanın kesişen yollarının hikâyesini okuyabildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. Yitip gitmeyen hatıraların varlığı bize güç veriyor. Samimi, içten, insanlık kokan bu anıları herkesin okuması ve hayatlarımızdan hiç eksilmemeleri dileğiyle…
Buket Özsanat