Anne Frank - Kitap Alıntıları

Kitap Alıntıları
Anne Frank - Kitap Alıntıları

Kağıt insanlardan daha sabırlıdır.


1940 Mayıs'ından sonra iyi günler tepetaklak oldu: Önce savaş, ardından teslimiyet, Almanların egemenliği ve biz Yahudiler için sıkıntılar başladı. Yahudi kanunları birbirini izledi ve özgürlüğümüz epey kısıtlandı. Yahudiler Davut yıldızı taşımak zorundadırlar, Yahudiler bisikletlerini teslim etmeliler, Yahudiler tramvaya binemezler, Yahudiler -özel dahi olsa- bir arabaya binemezler, Yahudiler sadece üç ile beş arasında alışveriş yapabilirler, Yahudiler sadece Yahudi bir berbere gidebilirler, Yahudiler akşam sekizden sabah altıya kadar sokağa çıkamazlar. Yahudiler tiyatro, sinema ve diğer eğlence yerlerinde duramazlar, Yahudiler yüzme havuzuna, hatta teniz kortuna, hokey ve diğer spor alanlarına gidemezler. Yahudiler kürek çekemezler, Yahudiler halka açık yerlerde spor yapamazlar, Yahudiler akşam sekizden sonra tanıdıklarıyla bile bahçelerinde oturamazlar, Yahudiler Hıristiyanların evine giremezler, Yahudiler Yahudi okullarına gitmek zorundalar.


Artık bir şey yapmaya cesaret edemiyorum, çünkü yasak olmasından korkuyorum.


Yetişkinlerin bu kadar çabuk, bu kadar çok ve akla gelebilecek bir sürü ufak tefek şeyden dolayı kavga başlatabilmeleri çok tuhaf. Şimdiye kadar bu tür hırgürlerin sadece çocuklara özgü olduğunu ve büyüdükçe bu durumun ortadan kalkacağını düşünürdüm.


Artık bir şeyi çok iyi anladım: Bir insanı ancak onunla ciddi bir kavga ettiğinizde daha iyi tanıyorsunuz. Karakterini ancak böyle anlayabiliyorsunuz!


Her akşam yeşil veya gri renkte askeri araçlar geçiyor ve bütün kapıları çalıp orada Yahudi oturup oturmadığını soruyorlarmış. Şayet bulurlarsa hemen bütün aileyi alıp götürüyorlarmış, yoksa devam edip gidiyorlarmış. Saklanmayan hiç kimse bu kaderinden kurtulamıyor. Çoğu zaman ellerinde listelerle dolaşıp, nerede daha çok kurban olduğunu biliyorlarsa  o kapıyı çalıyorlar. Çoğu kez kelle başına para ödeniyormuş, her kelle için çok fazla para… Eskiden yapılan köle avına benziyor. Ama bu bir şaka değil, bu yüzdende oldukça dramatik.

Akşamları hep gözümün önüne ağlayan çocuklarıyla sıra olmuş iyi insanlar geliyor; birkaç herifin yönlendirmesiyle, dayaktan ve işkenceden neredeyse yerlerde sürünerek, sürekli yürümek zorundalar. Kimseye ayrıcalık tanımıyorlar, yaşlılar, çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, hastalar… hepsi, hepsi o trenle ölüme gidiyorlar.

Biz burada ne kadar iyi durumdayız, ne kadar sakin ve huzurluyuz. Yaşanan bütün bu sefaleti, eğer aralarında kendileri için korktuğumuz, yardım bile edemediğimiz, bizim için çok değerli olan kimseler olmasaydı umursamayabilirdik. Çok sevdiğim arkadaşlarım dışarıda herhangi bir yerde bir kenara atılmış veya perişan olmuş haldelerken sıcak bir yatakta yatmakta olduğum için kendimi çok kötü hissediyorum.

Kendimi dışarıdayken çok yakın hissettiklerimin şimdiye kadar hiç görülmemiş en vahşi cellatların ellerinde olduğunu düşündükçe korku basıyor içimi.

Ve bütün bunların nedeni Yahudi olmaları…


Ne yaparsam yapayım, diğerlerini, gidenleri düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir şeye güldüğüm zaman ürkerek hemen kesiyorum gülmeyi, neşeli olmanın utanç verici olduğunu düşünüyorum.


Düşüncelerimiz de tıpkı yaşantımız gibi pek fazla değişmiyor. Her şey tıpkı atlıkarınca gibi, Yahudilerden yemeğe, yemekten politikaya dönüyor. Bu arada, Yahudiler deyince, dün perde arasından sanki mucize gibi iki Yahudi gördüm. Tuhaf bir duyguydu, sanki onlara ihanet etmişim de şimdi gizlice onların talihsizliklerini gözlüyormuşum gibi.


Ah, nasıl da akıllanıyorum! Burada her şey akıllıca olmalı; ders çalışmak, dinlemek, çeneyi tutmak, yardım, sevimli olmak, razı olmak ve kimbilir başka neler! Zaten çok geniş olmayan akıl kapasitemi çabucak tüketeceğimden ve savaştan sonra geriye hiçbir şey kalmayacağından korku duyuyorum.


Dışarısı korkunç. Gece gündüz zavallı insanlar, sırtlarında bir torba ve biraz paradan başka hiçbir şey olmaksızın alınıp götürülüyorlar. Hatta sahip oldukları bu şeyler bile yolda ellerinden geri alınıyor. Aileler ayrılıp parçalanıyor, erkekler, kadınlar ve çocukları birbirlerinden ayırıyorlar. Çocuklar okul dönüşü anne babalarını bulamıyorlar. Kadınlar alışverişten eve döndüklerinde kapıyı kilitlenip mühürlenmiş buluyorlar, aileler kaybolmuş oluyor.  Hollandalı Hristiyanlar da artık korkuyorlar oğulları Almanya’ya yollanıyor. Herkes korkuyor. Her gece yüzlerce uçak Hollanda üzerinden Almanya'ya uçarak şehirleri bombalıyorlar, her saat başı Rusya ve Afrika’da yüzlerce, hatta binlerce insan ölüyor. Hiç kimse bu olanların dışında kalamıyor. Bütün dünya savaşı deneyimliyor ve müttefiklerini durumunun daha iyiye gitmesine karşın henüz ufukta zafer görünmüyor.

Bize gelince, bizim durumumuz çok iyi, diğer milyonlarca insandan daha iyi. Hala güvende ve huzurluyuz ve deyim yerindeyse paramızı yiyoruz.  Savaştan sonra başkalarına yardım edebilmek ve kurtarılacak ne kalmışsa kurtarabilmek için her senti biriktirmemiz gerekirken, biz o kadar benciliz ki savaş sonrasını konuşuyoruz, yeni elbise ve ayakkabılarla mutlu oluyoruz.

Çocuklar için gömlekler ve ayaklarına tahta ayakkabılar giymiş halde dolaşıyorlar;  mantosuz, başlıksız, çorapsızlar ve onlara yardım edebilecek kimse yok. Midelerinde bir şey yok, bir havuç parçasını çiğneyip duruyorlar,  soğuk evlerinden soğuk sokaklara yürüyorlar ve okula çok daha soğuk sınıflara ulaşıyorlar.  Evet, Hollanda'da işler öyle bir noktaya geldi ki, birçok çocuk sokaktan geçenleri durdurarak bir parça ekmek istiyor.

Sana saatlerce savaşın getirdiği acılardan söz edebilirim ama bu benim daha da fazla üzülmeme neden oluyor. Olabildiğince sakin bir şekilde beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Hem Yahudiler hem Hristiyanlar beklemedeler,  bütün dünya bekliyor ve birçoğu ölümü bekliyor.


İkiyüzlülük yapıp istemediğim halde onunla birlikte dua edemezdim.


Gerçeklerden korkmamaya devam edeceğim, çünkü gerçekler ne kadar ertelenirse, bunları kabullenmek o kadar güçleşiyor.


Buradaki yaşantımızı düşündüğümde hep şu sonuca varıyorum, saklanamayan diğer Yahudiler ile kıyaslandığında biz burada cennetteyiz. Ancak ilerde her şey normale dönünce, bir zamanlar evinde çok düzenli yaşayan bizlerin şu an böyle düşmüş olmasına çok şaşıracağım Düştük derken bunu terbiye edildik manasında kullanıyorum aslında. Örneğin; buraya geldiğimizden beri masada bir muşamba örtü ve var bu örtü çok kullanıldığı için artık temiz sayılamaz. Çoğu zaman elimde bir bezle örtüyü temizlemeye çalışıyorum, fakat buraya ilk geldiğimizde, yani uzun zaman öne yeni olan, şimdi ise koca delikleri olan bir bezden de fazla bir şey beklememeli. Van Daan’lar bütün kış üzerinde yattıkları pamuklu çarşafı, deterjan kıtlığından ve bulunan deterjanın da kötü oluşundan dolayı hiç yıkayamıyorlar. Babam ayağında yırtık pırtık bir pantolonla geziyor ve kravatı da yıpranmış görünüyor. Annemin korsesi bugün çok eski olduğundan dağıldı ve tamiri mümkün değil, bu arada Margot kendisine iki beden küçük gelen bir sutyenle geziyor. Annem ve Margot bütün bir kış birlikte giydikleri üç fanilayla yetindiler; benimkiler de o kadar küçüldü ki, karnımı bile örtmüyorlar. Bütün bunlar görmezlikten gelinebilecek şeyler ama yine de bazen korkarak düşünüyorum: Benim külotumdan, babamın tıraş fırçasına kadar eski şeylerin içinde yaşarken, ilerde tekrar nasıl savaş öncesi duruma dönebileceğiz?


Havanın çok sıcak olmasına karşın, her iki günde bir sobaları yakıp içinde sebze atıklarını ve çöplerimizi yakıyoruz. Çöpe hiçbir şey atamayız çünkü depo işçileri görebilir. Küçücük bir dikkatsizlik bile bizi ele verebilir!


Normal insanlar kilit altında yaşayanla için kitapların ne anlama geldiğini bilemezler. Okumak, öğrenmek ve radyo dinlemek. Sadece bunlarla vakit geçiriyoruz.


Yeni bir fikir! Yemekte başkalarıyla konuşmak yerine daha çok kendi kendime konuşuyorum. Bu, iki bakımdan daha uygun. Birincisi aralıksız olarak saçma sapan konuşmamamdan herkes memnun. İkincisi, benim de başkalarının görüşlerine kızmama gerek yok. Kendi fikirlerimi hiç aptalca bulmuyorum ama başkaları öyle buluyor; yani fikirlerimi kendime saklamam en iyisi. Sevmediğim bir yemeği yemek zorundaysam yine aynı şeyi yapıyorum. Tabağı önüme alıyorum ve içinde çok nefis bir yemek olduğunu düşünüyorum, hepsini yiyip bitirmeden önce mümkün olduğunca az bakmaya çalışıyorum. Sabahları uyanırken, bu da hiç hoş olmayan bir durum, yataktan zıplayarak kalkıyorum ve " yakında yine örtülerin altına gireceğim " diye düşünüyorum. Pencerenin önüne gelip karartmayı kaldırıyorum, aralıktan temiz hava alana dek kokluyorum, o zaman tekrar yatma fikri de cazibesini kaybediyor. Annemin bunu nasıl isimlendirdiğini biliyor musun? Yaşama sanatı. Sence de bu söz komik değil mi?


Her gün, korku ve depresyona karşı kediotu hapları yutuyorum ama hiç fayda etmiyor, ertesi gün keyifsizliğim daha çekilmez oluyor. Bir defa şöyle içimden gelerek bir kahkaha atsam, bana on kediotu hapından daha iyi gelecek ama gülmeyi neredeyse unuttuk. Bazen bu kadar ciddiyet yüzünden, gergin bir yüzüm ve kırışıklıklarımla çevrilmiş bir ağzım olacak diye korkuyorum. Diğerleri de benden daha iyi değiller, herkes korku dolu halde önümüzde bizi bekleyen kışı düşünüyor.


Açıkçası bazen kiminle kavgalı olduğumuzu, kiminle barıştığımızı unutuyorum. Beni oylayana tek şey ders çalışmak ve öğrenmek. En çok bunu yapıyorum.


Dışarıda kuş sesi bile yok, her şey öldürücü ve sıkıcı bir sessizlikle örtülü. Bu ağırlık adeta üzerime yapışarak beni derinlere çekiyor.


İnan bana, insan bir buçuk yıl bir yerde kapalı kaldığında, kimi günler buna dayanmak zor olabiliyor. Ne kadar değer bilmezlik, haksızlık gibi görünse de duygular yok sayılamıyor. Bisiklete binmek, dans etmek, ıslık çalmak, dünyayı seyretmek, kendimi genç hissetmek, özgür olduğumu bilmek… Bunlara hasretim (..)


Zaman zaman düşünüyorum: “beni anlayan biri çıkar mı? İsyankâr oluşumu dikkate almadan, Yahudi olup olmamamı önemsemeden, yalnızca keyifle eğlenmeye gereksinimi olan küçük bir kız olarak görebilir mi?‟ Bilmiyorum.


Neden bütün insanların gerçek benliklerini gizlemek için bu kadar uğraştıklarını söyleyebilir misin? Neden ben başkalarının yanında sürekli olduğumdan başka türlü davranıyorum, neden kendim gibi olamıyorum? Neden herkes birbirine bu kadar az güveniyor? Biliyorum, bunun bir sebebi olmalı ama bazen insanın hiçbir yerde, en önemlisi de kendisine çok yakın olan insanlar arasında bile kendini güvende hissedememesinin çok kötü bir şey olduğunu düşünüyorum.


Sevgi, sevgi nedir? Sanıyorum sevgi sözcüklere sığmayan bir şey. Sevgi, birini anlamak, onun varlığından mutlu olmak. Mutlulukları, mutsuzlukları onunla paylaşmak.. Bedenen yaşanan sevgi de onun bir parçası, bir şeyler paylaşıyorsun; biraz veriyorsun ve biraz alıyorsun. Eğer, yaşamının geri kalan kısmında yanında birinin olacağını biliyorsan, seni anlayacağını ve onu hiç kimseyle paylaşman gerekmeyeceğini görüyorsan; o zaman, evli olup olmaman, çocuğunun olup olmaması hiç önemli değil. Ya da namusunun gidip gitmemesi bunlar hiç önemli değil.


İyimserler kötümserler ve unutulmaması gereken gerçekçiler, bitmek tükenmez enerjileriyle en iyi fikirlerini ortaya koyuyorlar ve her zaman olduğu gibi herkes yalnızca kendi haklılığına inanıyor.


Annem gibi, Bayan Van Daan ve bütün diğer kadınlar gibi, yaşamak zorunda olmayı, gündelik işini yapmayı ve sonra ileride unutulmayı hayal bile edemiyorum. Eşimin ve çocuklarımın yanı sıra, kendimi adayacağım bir hedefimin olması gerek! Ah evet, ben çoğu insan gibi boşa yaşamış olmak istemiyorum.


Bu korkunç savaş bir gün mutlaka bitecek, biz de yalnız Yahudi değil, insanlar olacağız!


Rezalet mi? Gerçekten değil. Biz buraya kapatıldık, dünyadan tecrit edildik, sürekli korku ve üzüntü içerisindeyiz, özellikle de son zamanlarda. Neden severken birbirimizden uzak duralım? Neden birbirimizle öpüşmeyelim? Neden uygun yaşa gelene kadar bekleyelim?


Neden her gün savaş için milyonlar harcanıyor da, sağlığa, sanata ve yoksullara bir sent bile yok? Neden dünyanın başka yerlerinde bolluktan yiyecekler çürürken insanlar açlık çekiyor? Neden insanlar bu kadar deli? Savaşın sadece büyük adamlar, hükümetler ve kapitalistler tarafından yapıldığını sanmıyorum. Hayır, küçük adamlar da savaş yanlısı, yoksa bütün haklar çoktan ayaklanırdı! İnsanların içinde yıkma dürtüsü var, öldürme, katletme ve öfkeli olmak var, şayet tek bir istisna kalmayana denk tüm insanlar bir metamorfoz geçirmezlerse savaş devam eder. İnşa edilmiş, bakılmış ve büyütülmüş her şey kesilecek yok edilip sonra yine başa dönülecek.


Neden bu uzun ve zor savaş yapılıyor? Duyduklarımıza bakılırsa, hepimizin özgürlük, gerçekler ve haklarımız için savaştığı söyleniyor! Yoksa henüz savaş devam ederken yine uyumsuzluklar mı başlıyor? Bir Yahudi yine diğer insanlardan daha az mı değerli?


Kendime tekrar tekrar şu soruyu soruyorum, saklanmasaydık, şimdi ölmüş olsaydık ve bütün bu sıkıntıları yaşamak zorunda kalmasaydık, her şeyden önce de bize yardım edenlere bunları yaşatmasaydık, hepimiz için daha iyi olmaz mıydı? Ama öyle bir duruma düşmekten de korkuyoruz. Yaşamı hala seviyoruz, henüz doğanın seslerini unutmadık, ümitliyiz, her şeyin düzeleceğinden ümitliyiz.’

Şimdi bırak ne olacaksa olsun, başka çaresi yoksa kurşun yağdırsınlar. Bu bizi şimdiki huzursuzluğumuzdan daha da fazla ezemez! Bırak, sonu sert olacaksa da gelsin, o zaman hiç olmazsa, üstesinden gelebilecek miyiz yoksa batacak mıyız biliriz.


Bana rahat vermeyen birçok sorudan bir tanesi de, geçmişte ve şimdi toplumlarda kadınların, erkeklerin gerisinde yer alması. Herkes bunun haksızlık olduğunu söyler ama bu yanıt bana yeterli gelmiyor. Ben bu büyük haksızlığın nedenlerini bilmeyi çok isterim.

Belki başlangıçtan beri erkeğin büyük beden gücünden dolayı kadına hükmetmiş olduğu düşünülebilir. Parayı erkekler kazanıyor, çocukları erkekler yapıyor, erkekler her şeyi yapabiliyor… Bütün kadınların kısa bir süre öncesine kadar sessizce her şeye katlanmış olmaları büyük bir aptallıktı, çünkü ne kadar uzun çağlar bu kurallar yaşanmışsa, o kadar fazla kökleşmiş. Yine de şansımıza okul, iş ve eğitim kadınların gözlerini açmasını sağladı. Birçok ülkede kadınlara eşit haklar verildi. Birçok insan, öncelikle kadınlar, ama erkekler de şimdiye değin dünyadaki paylaşımın ne kadar yanlış olduğunu artık anlıyorlar. Modern kadınlar tam bağımsızlık hakkı istiyorlar.

Ama sadece bu değil: Kadının değeri verilmeli! Her yerde erkekler yüceltiliyor, kadınlar neden bu değerlere hiç ortak edilmiyor? Askerlere ve savaş kahramanlarına saygı gösteriliyor ve övgüler yağdırılıyor. Kaşifler ölümsüz bir şöhret elde ediyorlar, şehitlere tapılıyor. Ama kim kadını da bir savaşçı olarak görüyor?

‘Strijders voor het leven’ (Hayat İçin Savaşanlar) kitabında beni çok etkileyen bir şey yazıyor, buna benzer bir şey: kadınlar sadece doğum yaparak herhangi bir savaş kahramanından daha çok acı, hastalık ve sefalet çekiyor. Ve kadın bu başarı için ne görüyor?

Doğumdan dolayı deforme ve çirkin olmuşsa bir köşeye itiliyor, bir süre sonra artık çocuklar da ona ait olmuyorlar, güzelliği de geçmiş oluyor. Kadınlar insanlığın devamını sağlamak uğruna çok acıya katlanan birçok çenesi düşük özgürlük kahramanından daha yürekli, çok daha gözüpek ve çok daha fazla savaşan askerlerdir.


Doğrusu birinin “Ben zayıfım” demesini düşünemiyorum gerçekten… Zayıf olarak kalmasam da…Eğer insan böyle bir şeyi biliyorsa niçin buna karşı bir şey yapmaz, neden karakterini çalıştırmaz? Yanıtı: “Çünkü böylesi çok daha rahat”


Bütün insanlar ne kadar güzel ve iyi olurlardı… eğer her akşam, gün boyu yaşadıklarını gözlerinin önüne getirip, kendi davranışlarındaki iyi ve kötü olanı bir sınasalardı. Bilinçaltında bunları her gün yeniden düzeltmeye çalışırlardı ve tabii ki zamanla bir yerlere ulaşılabilirdi. Bunu herkes deneyebilir. Bilmeyen biri öğrenmek ve denemek zorunda: “Kendinden emin ve huzurlu olmak insanı güçlü kılar!”

Kitap Yorumuna buradan ulaşabilirsiniz.

14 Ağustos 2016 Pazar
2163 Görüntülenme

Facebook Yorumları

Site İçi Arama
Anket Tümü
Kitap okumanıza en çok engel olan şey nedir?