George Orwell, Boğulmamak İçin

Kitap Yorum
George Orwell, Boğulmamak İçin

Orijinal adı “Coming up for Air” olan “Boğulmamak İçin”, George Orwell’in 1939 tarihli romanı. Can yayınlarından Suat Ertüzün çevirisiyle okuduğum kitap, İthaki Yayınları tarafından “Daralma” adıyla da yayınlanmış.

1938 İngiltere’sinde geçen romanda Orwell, tereyağı saçlı, kırmızı suratlı, takma dişleri ve büyükçe bir göbeği olan George Bowling ile tanıştırıyor bizi. 45 yaşındaki Bowling Manchester’da herkesin taksitle aldığı tekdüze dizilmiş evlerin bulunduğu Ellesmere Sokağında oturuyor ve bir sigorta şirketinde pazarlamacılık yaparak ailesinin geçimini sağlıyor.

Sıradan, sakin ama huzursuz bir yaşam sürüyor Bowling, ne çocuklar, ne evliliği, ne de işi onu mutlu etmeye yetmiyor. Aksine her şey üzerine gelerek boğuyor onu. Hayatının monotonluğu, sürekli kaygılı olan eşi Hilda’nın bitmek bilmeyen şikâyetleri ve patlamaya hazır bir savaşın sinyalleri. Endişe, korku, bıkkınlık…

“Herşeye vakit vardır ama yapmaya değer şeyler hariç.”

Kitabın ilk bölümünde, Bowling bize kendisini, ailesini, içinde bulunduğu çevrenin yapısını ve ruhundaki gelgitleri anlatıyor. İkinci bölümde doğduğu kasaba olan Aşağı Binfield’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarına geçiş yapıyor. Balık tutma tutkusundan, abisiyle yaşadığı çelişkilerden, özgürce korkusuzca geçirdiği günlerden bahsediyor. Kitabın üçüncü bölümünde doğduğu kasabaya gitmeye karar veriyor Bowling ve sonrası tam bir hayal kırıklığı…

“Savaştan önce hep yazdı.”

Aşağı Binfield’de geçen günler onun için “yaz”ı temsil ediyor. Savaş patlak verdiğinde tüm güzellikler yok oluyor ve kararıyor dünya. Tüm aylar onun için sadece bir mevsimi temsil ediyor; hiç bitmeyecek olan kış. 1913 yılının ve o sükûnet içinde geçen günlerin bir daha gelmeyeceğini düşünerek iyice dibine çekiliyor hayatın.

Doğduğu kasaba olan Aşağı Binfield’den Birinci Dünya Savaşına katılmasının ardından ayrılan ve annesinin cenazesi dışında hiç uğramayan Bowling, çocukluk anılarına daldığı günlerde oraların özlemini duyumsuyor içinde. Şehrin kalabalığından, hayatın tekdüzeliğinden, insanların umursamazlığından sıyrılmak için, doğduğu topraklara gitmeye karar veriyor. Orada yaşadığı huzuru yeniden hissetmek istiyor.  

"Ben çocukken her gölet ve derede balık olurdu. Şimdi göletlerin hepsi kurudu, dereler de kimyasallarla zehirlenmediyse bile paslı teneke kutuları ve motosiklet lastikleriyle doldu."

Değişimin dünyanın her alanında kendini gösterdiğini, tüketim sisteminin ve kapitalizmin nefes alacak alanları birer birer yok ettiğini, sanayileşmenin her alanda dengeleri bozarak, nüfus dağılımını ve yapılaşmaları alt üst ettiğini unutuyor. Sadece büyük şehirlerin yozlaştığını düşünerek çocukluğunda ve gençliğinde balık tutmaya çalıştığı dereleri, göletleri, ormanı ve kasabanın insanlarını arıyor… Kayın ağaçlarıyla çevrelenmiş Binfield evine gittiğinde, tahta çitler yerine, demir parmaklıklı yüksek duvarlarla kesiliyor yolu. Duvarların ötesinden çırılçıplak bırakılmış toprak parçaları karşılıyor onu. Ve evler, her alanı dolduran evler… Hayalindeki büyük gölette balıklardan eser kalmamış, küçük gölet ise artık yok. Kurutulup çöplüğe dönüştürülmüş. Çocukluğunu geçirdiği kasaba, doğasıyla, insanlarıyla bambaşka bir şekle bürünmüş. Boğulmamak için gittiği Binfield’de daha çok suyun altına çekiliyor ve dünyada nefes alabilecek bir alan kalmadığını anlıyor.

“Göletimi teneke kutularla doldurmuşlardı. Tanrı belalarını ve müstahaklarını versin! Bana ne derseniz deyin -ister aptal, ister çocuk, ne isterseniz- ama İngiltere’ye yaptıkları, eskiden kayın ormanı olan yerleri kuş havuzlarıyla, alçı cüceleriyle, perileriyle ve teneke kutularıyla doldurmaları sizin de midenizi bulandırmıyor mu?”

Orwell kitabında, modern dünyanın köleleştirdiği, direnmeyen, boyun eğen insanlardan, savaşın yıkıcı etkilerinden, bozulan değerlerden, yok edilen doğal güzelliklerden bahsederken, insan hafızasının ne kadar gelip geçici olduğuna da vurgu yapıyor. Yaşanılan günler geçmiş günlerin üzerine perde çekiyor. İnsanlar değişimin farkına varmıyor. Betonlarla çevrili alanlara dikilen birkaç parça ağacın etkisiyle doğanın, yeşilin içinde yaşadıklarını düşünüyorlar. İnsanların elinden ormanları alıp, bu alanlara evler yapan ve onları çıplak topraklarda yaşamaya mahkum eden sistem, bir süre sonra evlerin ya da yolların çevresine birkaç parça yeşil kondurduğunda, halk bomboş toprakların ağaçlandırıldığı, nefes alabilecekleri alanlar yaratıldığı sanrısına kapılıyor.

İnsanlar tarihin hangi zaman diliminde yaşarlarsa yaşasınlar unutmaya zorlanıyorlar. Yaşadıkları gerçekler bir süre sonra kendi uydurdukları hayallere dönüşüyor. Sistemin empoze ettiklerine uyum sağlamak, var olan durumu kabullenmek, sorgulamadan inanmak ve körü körüne bağlanmak insan doğasının bir yansıması olsa gerek.

Gelecek kehanetleri içeren “1984” ve “Hayvan Çiftliği"nde insanların köleleşmesi, düşüncelerin öldürülmesi, mukayese güçlerinin ellerinde alınmasını distopik bir şekilde vurgulayan Orwell, “Boğulmamak İçin”de aslında insanların düşünme yetilerini kaybettiklerini, distopyanın her dönemde farklı şekillerde de olsa karşımıza çıktığını sıradan bir vatandaş olan Bowling’in yaşamı üzerinden okuyucuya sunuyor.

“Sanki muazzam bir makinenin esiri olmuş gibiydik. Kendi özgür irademizle hareket etmeyi aklımıza getirmediğimiz gibi direnmeye çalışalım, diye bir düşüncemiz de yoktu.”

Geçmişi unutmamak, bugünün getirdiklerini alışkanlığa dönüştürmemek dileğiyle, keyifli ve farkındalık yaratacak okumalarınız olsun…

Kitaptan alıntılar

Hepimiz saygın ev sahipleriyiz; yani muhafazakarlar, dalkavuklar ve kıç yalayanlar. Altın yumurtlayan tavuğu kesmek hangimizin haddine? Ayrıca aslında ev sahipleri olmadığımız, evlere ait taksitlerin henüz ancak yarısını ödemiş olduğumuz ve son taksitten önce başımıza bir şey gelme korkusuyla içimizin içimizi kemirdiği gerçeği hepsinin üstüne tuz biber ekiyor. Hepimizi satın almışlar, hem de kendi paramızla.


Balığa olan şu acayip hissiyatım hiç değişmedi. Bunu gayet aptalca bulacağınıza kalıbımı basarım ama kırk beş yaşıma gelip şişmanladığım, iki çocuğum ve banliyöde bir evimin olduğu şu halimle şimdi bile balık tutmayı içten içe arzuluyorum. Niçin? Çünkü deyim yerindeyse çocukluğuma hala duygusal bakıyorum – kendi çocukluğuma değil aslında, içinde büyüdüğüm ve artık son nefesini vermek üzere olduğunu zannettiğim uygarlığa. Balık tutmak her nasılsa o uygarlığın tam bir temsili gibi duruyor. Balık tutmayı düşündüğünüzde aklınıza ilk gelenler modern dünyaya ait olmayan şeyler. Sakin bir göletin yanındaki bir söğüt ağacının altında bütün gün oturmanın –ve yanında oturacak sakin bir gölet bulmanın- fikri bile savaştan önceki, radyodan önceki, uçaklardan önceki, Hitlerden önceki, bir çağa ait.


Herşeye vakit vardır ama yapmaya değer şeyler hariç. Sahiden önemsediğiniz bir şeyi düşünün. Sonra sadece ona harcadığınız zamanı saat saat toplayın ve hayatınızın ne kadarcık bir bölümünü kapladığını hesaplayın. Sonra bir de tıraş olmak, otobüslerde gidip gelmek, ren istasyonlarında ve kavşaklarda beklemek, edepsiz hikayeler anlatıp dinlemek ve gazete okumak gibi şeyler için harcadığınız zamanı hesap edin.


Savaş çıkmasaydı ben ne olurdum? Bilmiyorum ama şu an olduğumdan farklı biri olacağım kesin. Savaş eğer sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı. O tarif edilemez aptalca kargaşadan sonra kimse toplumu piramitler gibi ebedi ve tartışılmaz bir varlık olarak göremezdi. Toplumun sabun köpüğü gibi olduğunu artık herkes biliyordu.


Yapmak istediğimiz şeylerin hep yapılamayacak şeyler olduğunu düşünerek hayatımızı geçirmemiz tuhaf değil mi? O sazanları neden tutmayacakmışım? Öte yandan, daha söyler söylemez bu düşünce size imkansız gibi, olmayacak bir şeymiş gibi gelmiyor mu?


Duygusal olduğumu mu söylüyorsunuz? Antisosyal miyim? Ağaçları insanlara tercih etmemeli miyim? Bence ağacına ve insanına göre değişir.


Gelecekten o kadar korkuyoruz ki, bir tavşan gibi doğruca boa yılanın gırtlağından içeri atlıyoruz.


Bütün eklemleriniz katılaşmıştır ve içinizde bir boşluk vardır, bir daha hiçbir şeye ilgi duyamayacağınız şeklinde bir his.


Geçmiş tuhaf şey. Hep yanınızda taşıyorsunuz. Bana öyle geliyor ki on, yirmi yıl önce olmuş şeyleri düşünmeden geçirdiğiniz bir saat bile yoktur; ama yine de çoğu zaman geçmişin, bir tarih kitabındaki bir sürü bilgi gibi, öğrendiğimiz bir olgular kümesinden ibaret kalması dışında bir gerçekliği olmuyor.


Zaten "iyi" kitap okumaya niyetli olmadığınız kitaptır.


Uyurgezerlerin şehrinde bir tek ben uyanıkmışım gibi hissettim. Yanılsama tabi. Bir yabancılar kalabalığının içinde yürüyorsanız hepsinin balmumu heykel olduğunu düşünmemek neredeyse imkansızdır ama öte yandan onlar da sizin hakkınızda aynısını düşünüyordur.


Hepimiz niye böyle lanet birer aptalız, merak ediyorum. Insanlar budalalık uğruna onca vakit harcayacaklarına niye dolaşıp etraflarına bakmıyorlar?


Savaşın geldiğini görebiliyorum; savaştan sonraki yemek sıralarını, gizli polisi ve size ne düşünmeniz gerektiğini söyleyecek hoparlörleri de görebiliyorum.


Evlenince bazı kadınların birden bire darmadağın olmaları ne kadar dehşet verici. Sanki her şeylerini evliliğe bağlamışlar gibi, nikahı yapar yapmaz tohumlarını döken bir çiçek misali soluyorlar.


Peki kim savaştan korkuyor? Bir başka deyişle, kim bombalardan ve makineli tüfeklerden korkuyor? “Sen!” diyorsunuz. Doğru, ben korkuyorum; onları görmüş olan herkes korkar. Fakat asıl önemli olan savaş değil, savaştan sonrası. İçine batacağımız dünya;nefret dünyası, slogan dünyası.Paramiliter üniformalar, dikenli teller, kauçuk coplar. Ampullerin gece gündüz yandığı gizli hücreler, sizi uykunuzda izleyen dedektifler. Geçit törenleri, üstünde devasa yüzlerin olduğu posterler ve sağır olana, ona sahiden taptıklarına inanana kadar Lider’e tezahürat yapan milyonlarca kişilik kalabalık…


Sanki muazzam bir makinenin esiri olmuş gibiydik. Kendi özgür irademizle hareket etmeyi aklımıza getirmediğimiz gibi direnmeye çalışalım, diye bir düşüncemiz de yoktu.


Benim gibi böyle şeylere hiç mi hiç heves etmeyenlerin bile bunların hepsini yutmuş olması komik. Çünkü ben ne öyle bir hırs küpüyüm, ne de umutsuz bir vaka; mizaç itibariyle ikisi de olamam. Gelgelelim, çağın ruhu buydu. Hadi! Ne duruyorsun! Biri düştüyse kalkmadan önce ona bir tekme de sen at.


Adam ölmüş. Bir hayalet. Onun gibilerin hepsi ölüydü. Etraftaki bir çok insanın belkide ölmüş olduğu o an kafama dank etti. Bir insanın kalbi durunca öldüğünü söyleriz. Bana biraz keyfi geliyor bu. Sonuçta vücudun bazı kısımları calismaya devam ediyor; mesela saçlar, tüyler daha yıllarca uzuyor. Belki insan asıl beyni durunca ölüyor, yeni bir düşünceyi idrak etme gücünü yitirince.


Sanki muazzam bir makinenin esiri olmuş gibiydik. Kendi özgür irademizle hareket etmeyi aklımıza getirmediğimiz gibi direnmeye çalışalım,diye bir düşüncemiz de yoktu. İnsanlar böyle bir duygu geliştirseler hiçbir savaş üç ay bile sürmez zaten.


Hepsi olacak. Aklınızın köşesinde olan, sizi korkutan ancak bir kabus olabileceğini veya başka ülkelerde yaşanacağını düşündüğümüz her şey. Bombalar, yemek kuyrukları, kauçuk coplar, dikenli teller, renkli gömlekler, sloganlar, korkunç yüzler, yatak odası pencerelerinden etrafı tarayan makineli tüfekler. Hepsi olacak. Biliyorum; ama ona bakarsanız zaten biliyordum. Kaçış yok. İster buna karşı savaşın, ister fark etmemiş gibi başınızı çevirin, ister öbürleriyle birlikte surat dağıtmak için bir somun anahtarı kapıp dışarı koşun. Ama çıkış yok. Öyle de olsa, böyle de olsa bunlar yaşanacak.


Şu aralar tutturduğumuz yol bu. Her şey şık ve modern görünüşlü; herşey başka bir şeyden yapılma. Her yer selüloit, lastik, krom kaplı çelik, gece boyu yanan ark lambaları; başınızın üstünde cam çatılar, hepsi aynı müziği çalan radyolar; yeşil yok, her yer beton kaplı; kısır meyve ağaçlarının altında otlanan yapma tosbağalar.

Buket Özsanat
25 Şubat 2018 Pazar
3348 Görüntülenme

Facebook Yorumları

Site İçi Arama
Anket Tümü
Kitap okumanıza en çok engel olan şey nedir?