En çapraşık ruh hallerini en yalın şekliyle okurla buluşturan Erich Maria Remarque’ın, tüyler ürperten olayların tekrarlanmaması ve yaşananlardan ders alınması umuduyla yazdığı, başından sonuna kadar yürek parçalayan, savaşın en iğrenç yüzlerinden biri olan toplama kamplarının kapılarını açan Hayat Kıvılcımını ve diğer romanlarını, insanlığı - insanlığımızı sorgulamadan okumak mümkün değil.
1931'de İsviçre'ye yerleşen, 1938'de Alman vatandaşlığından çıkarılan, kitapları yakılan ve yazdığı kitaplarla ilgili sürekli eleştirilere maruz kalan bir yazar Remarque.
Barıştan sonra Münih'te düzenlediği basın toplantısında kendisine yapılan eleştirilere; “Kız kardeşim Elfriede'yi Naziler politika suçlusu olarak astılar. Toplama kamplarında işlenen korkunç cinayetler üzerine geniş bir arşivim var. Görüyorum ki, Almanya'da bazı olayları ve durumları tenkit etmenin Almanya düşmanlığı demek olmadığını Almanlar'a anlatmak çok zor” sözleriyle cevap veren Remarque’ın, tüm yapıtlarında savaş karşıtlığını ve savaşı anlatırken insan faktörünü ön plana çıkardığını görürüz.
Hayat Kıvılcımı'nın ilk baskısını, 1943'te Freisler Halk Mahkemesi tarafından öldürülen kız kardeşi Elfriede'nin anısına ithaf eden Remarque, kitabı yazmaya 1946 yılında başlamış ve 5 yılda tamamlamış.
“Bir iskeletten farksız 509 numara, kafasını yavaş yavaş kaldırdı ve gözlerini açtı. Bir baygınlık mı geçirdiğini, yoksa uyuya mı kalmış olduğunu kestiremiyordu. Zaten bu iki hal arasında pek fazla fark var denilemezdi; epeydir süren açlık ve yorgunluk onu bu hale sokmuştu. Her iki hal de, yosunlu derinliklere doğru ve suyun üzerine bir daha çıkmak ümidi bulunmayan bir çeşit dalıştı. 509 numara bir süre öylece kaldı ve kulak kabarttı. Böyle yapmak toplanma kampının eski bir geleneğiydi; zira tehlikenin hangi taraftan geleceği asla bilinemezdi ve hiç kımıldamadan durulabildiği sürece, göze çarpmamak, ya da ölmüş sanılmak şansı her zaman vardı. Bu, her böceğin bildiği basit bir doğa yasasıydı. “
Bu sözlerle başlıyor Hayat Kıvılcımı ve dikenli teller arkasında ki insanlık dışı muamelelerin, vahşetin, acımasızlığın hüküm sürdüğü toplama kamplarında yaşananları gözler önüne seriyor.
Diğer kamplara göre daha insancıl(!) olarak nitelendirilen, açlığın, hastalıkların, işkencelerin hüküm sürdüğü, Mellern Toplama Kampında yaşananları anlatan kitap, Almanya’nın savaşı kaybetmek üzere olduğu bir dönemde, 1945 Mart’ında başlıyor. Bir yandan toplama kampının yakınındaki kente yağan bombalardan korkan, diğer yandan savaşın biteceği ve kurtulacakları umuduna sımsıkı sarılan, özellikle kurtuluşa yaklaştıkları anlarda, bir gün daha yaşayabilmek için mücadele veren esirleri 509 numaralı mahkumun gözünden aktarıyor Remarque.
1935 yılından bu yana kampta olan 509 numara, çalışamayacak derecede ağır durumda olanlarının atıldığı Koruma Kampı adı verilen yerde, 1,78 boyu ve 35 kiloluk ağırlığıyla hayata tutunmaya çalışan esirlerden sadece biri. 7 yıldır kampta olan Bucker ve onun aşkı Ruth Holland, aklını yitiren ve kendini köpek zanneden Wolf, onu himayesi altında tutan İhtiyar Yahudi Ahasver, ölürken altın kaplamalı dişini kendi kendine söken ve diğer esirlere yemek alabilmeleri için veren Lohmann, 11 yaşındaki Karel, bir daha asla ameliyat yapamayacağını düşünen Dr. Ephraim Berger, Goldstein, Werner, Lewinsky’nin yanı sıra, farklı inançları, farklı yaşamları olan, acılar içinde ölüm kalım savaşı veren, ölüme direnen yüzlerce, binlerce esir.
Ve acı çekenlerin yanında acı çektirenler: Neubauer, Steinbremer, Weber, Nieman, Schulte, Breuer, Bolte, Handke… Bir yanda savaşı kaybedeceklerini anlayınca esirlere yumuşak davranmaya başlayarak kendini kurtarmaya çalışanlar, diğer yanda bir kişi fazla öldürsem kardır mantığıyla ölüm makinesine dönüşenler…
Bir insan nasıl böylesine acımasız olabilir, insan olmak nedir, insanı böyle bir vahşeti yapmaya iten etkenler nelerdir?
Remarque insanı bu davranışlara yönelten hisleri bazı bölümlerde insan psikolojisi üzerinden aktarmaya çalışmış; güçlü hissetmek, hükmedebilmek, yapabiliyor olmak.
“Aslında o her zaman ürkek ve süngüsü düşük bir insandı ve başlangıçta Yahudilere sataşmaktan âdeta ürkerdi. Fakat ötekinin yere kapaklanıp da hayatını kurtarmak için yalvardığını görünce, içinde birden başka bir his duymuş, daha kuvvetli, daha kudretli, kısacası bambaşka bir insan oluverdiğini hissetmişti. Damarlarında dolaşan kanın sesini duymuş, ufuk daha genişlemiş, hazır elbise tüccarı Yahudinin dört odalı küçük evi ve yeşil pamuklu kumaş kaplı mobilyalar, Cengiz Han’ın Asya stepleri oluvermişti. Komisyoncu yamağı Niemann, birden müthiş bir kudrete, ölüme ve hayata hükmeden bir kudrete sahip olduğunu hissetmişti.”
“Handke hiç bir zaman bir Nazi değildi. O da bizim gibi tutuklu. Dışarıda belki tek bir insan bile öldürmemiştir! Fakat burada, öldürebilmek kudretine sahip olduğu için bunu yapıyor. Şikâyetten bir fayda elde edemeyeceğimizi de biliyor. Üstelik örtbas edilecek. Hem hiç bir sorumluluğu yok. Bütün mesele bunda. Kudrete sahip olmak ve sorumluluğu bulunmamak. İsabetsiz ellerde fazla kudretin toplanması, lüzumundan fazla kudret birikmesi.”
İnsanların yaşananlardan ders almaması, aynı olayların, aynı düşünce tarzlarının tekrar etmesi, insanın insanla imtihanı yüzyıllardır devam ediyor ve edecek. Yine de umut ediyoruz belki bir gün son bulur savaşlar, belki bir gün gerçek insanlığın kazandığı bir dünyada yaşanır, belki bir gün sevgi hakim olur yeryüzüne…
Majdanek toplama kampından bir görüntü
6 Mayıs 1945'te ABD bölüklerince kurtarılan Ebensee toplama kampı tutsakları.
Giriş Kapısı üzerindeki yazı "Jedem das Seine" ("Herkes hakettiğini bulur")
Kitapta sıkça geçen ve Neubauer'un dinlemeyi çok sevdiği Güney Gülleri Valsi.