
Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemal’in kahve ocağının dibinde oturmuÅŸ, birbiri üstüne cıgara içiyordum. Yüksek kale duvarlarının dışından, limandan gelen sesler içime gariplik çöktürmüÅŸtü. DüdüÄŸünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren bir gemi ÅŸimdi yaklaÅŸmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü arasında kavga eden kayıkçıların sesini duyar gibi oluyordum. Gönlüm dışardaydı. BaÅŸka zaman beni avutan ÅŸeylere bakmıyordum bile. Gardiyan Arif’in tavuÄŸu, etrafında bir haftalık civcivleriyle, ayaklarımın altında dolaşıyor, yanımdaki sur duvarının ortasından fırlayan ve büyüyüp aÅŸağıya doÄŸru uzandıkça çiçek üstüne çiçek açan papatya dalı hafif rüzgarda sallanıyor, esrarkeÅŸ Tayyar Baba biraz ilerde sırtını duvara dayayıp başını karnına sarkıtmış, Bayburt türküleri mırıldanıyordu. Ama ben bu candan ahbaplarımda teselli arayacak halde deÄŸildim. Gözüm sekiz arşın kalınlığındaki taÅŸ duvarları aşıyor, güverte kenarında eteklerini uçurarak vincin iÅŸlemesini seyreden kızları, merdivenden kocaman yatak denkleri indirmeye çalışan hamalları görüyordu. Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları ÅŸöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp gemiye varmak ve kaptana: -Çek!- demek istiyordum. Gözümde tüten ne ÅŸehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüÄŸü ile karşılaÅŸmak ne tuhaf oluyor.
Mürteci Yakup Hoca yanıma sokuldu, altına demir iskemlelerden birini çekerek: -Nasılsınız bakalım?- diye sordu. Ben onun ne maksatla geldiÄŸini tahmin ettiÄŸim için hemen kahve ocağına seslendim: -Kemal, Hoca’ya bir çay demle.-
Zavallı, Balıkesir taraflarında burnunu soktuÄŸu bir tarikat meselesi yüzünden -mürtecidir- diye on sene yemiÅŸti. Menemen hadisesinden ürken devlet, böylelerine karşı o sıralarda pek sert davranıyordu. Dışardayken hali vakti yerinde, iki karılı olduÄŸunu söylediÄŸi halde, senelerden beri kendisini arayan, soran yoktu. Åžunun, bunun yardımı, hapishane müdürünün himayesi, ara sıra yazdığı muskalar sayesinde ÅŸöyle böyle geçiniyor, fakat mahpuslar arasında laf taşıdığı, müdüre ispiyonculuk ettiÄŸi için, herkesten hakaret görüyordu. Bunları fenalık olsun diye deÄŸil, hem çok meraklı, hem de çok geveze olduÄŸu için yaptığını sanıyorum. Çünkü onun nasıl bir an bile yalnız kalmaya dayanamayıp hemen birilerinin yanına sokulduÄŸunu, söylenecek meraklı, mühim bir ÅŸey bulup etrafın alakasını kendi üzerine çekmek için, o minimini, bal rengi gözlerini kırpıştırarak nasıl kafasını patlatırcasına gayretler sarf ettiÄŸini görmüÅŸtüm. Merakla dinleneceÄŸine hükmettikten sonra, babasını ipe gönderecek sırları bile ortaya atmaktan kendini alamazdı. Yaz, kış sırtından çıkarmadığı soluk pembe pardösüsünün eteklerini savura savura bahçenin bir yanından bir yanına koÅŸar, ÅŸurda üç kiÅŸiden beÅŸ laf, burda beÅŸ kiÅŸiden üç laf alıp vererek gününü doldururdu. Kendisini benimle yarı buçuk hemÅŸeri saydığı için, sık sık yanıma gelir memleketteki tanıdıkların sözünü açar, Balyalı olan ikinci karısından bahseder, en sonunda taze bir çaya fit olur giderdi. Bugün halinde yapma bir ağırlık vardı. SaÄŸ elinde çay fincanı, sol elinde dumanını suratıma üflediÄŸi köylü cigarası, -iÅŸte bu insanların hali böyledir!- demek isteyen manalı baÅŸ sallamaları ile ikide bir içini çekiyordu. Gülümseyerek sordum:
-Hayrola Hoca, ne havadislerin var bakalım?-
-Bizim Katil Osman yine dün akÅŸam haltlar karıştırmış. Bu sefer iÅŸ ciddi. Berber Hüsamettin’i bıçaklamış. Diye diye en sonunda katil olacak.-
Bu Katil Osman’ın kim olduÄŸunu önce birdenbire hatırlayamadım. Biraz düÅŸündükten sonra:
-Åžu iki ay kadar önce tahliye edilen delikanlı mı? Hani Koca Reis yol kesmekten ceza verecekti az kalsın!- diye sordum.
-KeÅŸke verseydi. En çoÄŸu yedi sene alır, teÅŸebbüs halinde kaldığı için iner, birkaç seneyle yakayı kurtarırdı. Bu iÅŸler de başına gelmezdi. Berber Hüsamettin ölürse on beÅŸ sene garanti. Berber de kurtulacaÄŸa benzemez, bıçağı karnından yemiÅŸ.-
Katil Osman’ı iyice hatırladım. Yirmi beÅŸ yaÅŸlarında olduÄŸu halde on yediden fazla göstermeyen, soluk, ince yüzlü, bembeyaz elli ve uzun parmaklı bir çocuktu. Yanıma hep ceketini toparlayıp ellerini göbeÄŸinin üstünde kavuÅŸturarak sokulur, bir ÅŸey söyleyecek olsam: -Buyur AÄŸabey!- diye başını uzatırdı. Memleketin ÅŸimdi hapiste bulunan namlı kabadayılarının yanında aÄŸzını bile açmaz, hocasının bir sözünü kaçırmak istemeyen numunelik bir talebe gibi gözlerini dikip hep dinlerdi. Onun dışardaki hayatı hakkında duyduklarıma inanmak çok güçtü, ama herkes aynı ÅŸeyi söylüyor, ziyaret günleri gelen ihtiyar anası bile, oÄŸlunu uzaktan görünce: -Ocağımızı batırdın Osman, tez günde boyların devrilsin!- diye acı acı beddua ediyordu.
Anlattıklarına göre, bu yaÅŸa gelen ve babası genç öldüÄŸü için halleri hiç de iyi olmayan Osman, ÅŸimdiye kadar bir iÅŸ tutmuÅŸ deÄŸildi. Hangi ustanın yanına verdilerse üç beÅŸ gün durup kaçmış, terzilikte ilik açmaktan, kunduracılıkta iplik mumlamaktan ileri gidememiÅŸti. On yaşında mahalledeki memur çocuklarını dövmekten baÅŸlayarak, on ikisinde anasının üstüne yürümüÅŸ, on beÅŸinde dayısına bıçak çekmiÅŸ, on altısından sonra da hiç olmazsa haftada bir karakolu, ayda bir hapishaneyi boylar olmuÅŸtu. Babadan kalma bir bağın baharda yaprağını, güzde üzümünü, kışın kökünü satıp rakıya yatırmış, anasının başını soktuÄŸu iki göz evle arkasındaki bir buçuk dönüm bahçeyi de aynı yere yollamak için çok uÄŸraÅŸmış, fakat ihtiyar kadının -Cenazem çıkmadan bu eve baÅŸkası girmez!- diye müthiÅŸ bir inatla direnmesi ve tapuları Osman’ın dayısına verip saklatması yüzünden bu iÅŸi becerememiÅŸti. İhtiyar kadıncağızın küçücük bahçede yaz kış durmadan uÄŸraÅŸarak yetiÅŸtirdiÄŸi sebzelerle beÅŸ on erik, viÅŸne aÄŸacının meyvesi Osman’ın ne boÄŸazına, ne üstüne başına yetmediÄŸi için delikanlı iÅŸi haraççılığa vurmuÅŸtu: Nazı geçen, daha doÄŸrusu ÅŸerrinden yılan esnafa musallat oluyor, bazan bir pabuççunun, bazan bir zerzevatçının yanına, kendisini isteyen olmadığı halde, çırak gibi girip beÅŸ on gün çalışıyor, kefal tutup balık yumurtası çıkaran balıkçılara güya yardım ediyor, böylece yerine göre bir çift yemeni, yahut birkaç lira para alıyordu. Karadeniz’den bıldırcın akını baÅŸladı mı, o da avcılarla beraber gider, yaÄŸmurlu günlerde çocukların bile eÄŸilip yerden kuÅŸ topladığı bu ava katılırdı. AkÅŸamları herhangi bir meyhaneye dalıp bir ahbap sofrasında kendine içki, yemek ısmarlatır, olmazsa, aÅŸçıya: -Borcum olsun!- der, savuÅŸurdu. Birçokları baÅŸlarını belaya sokmaktansa ona arada bir yemek yedirmek, pek asılırsa yarım lira borç vermekle yakalarını kurtarmaya bakıyorlardı. Çünkü bir yapıştığı insanı kolay kolay bırakmıyor, en olmayacak yerde suluca laf atarak, ÅŸakalar yaparak, azıcık ters muamele görse hemen parlayıp kavga çıkararak karşısındakini iyice bezdiriyordu. Hiçbir düÄŸünden, hiçbir toplantıdan eksik olmaz, kapısını açık bulduÄŸu yere babasının evi gibi girer, üç kadehte sapıtır, ondan sonra, ya terbiyesi, yahut zavallılığı yüzünden kendisine mukabele edemeyecek birini seçer, balta olurdu. Kasabanın en kabadayıları bile onunla hır çıkarmaktan çekinirlerdi. Böyle bir çamura uymanın ayıplığı bir tarafa, Osman kavgada alt olacağını anlayınca iÅŸi hemen yaygaraya vurur, avaz avaz bağırır, aÄŸlar, yedi mahalleyi başına toplardı. Her yerde, her vesileyle kavga çıkardığı, en küçük nizalarda (çekiÅŸme, kavga) bile elini bıçağına atıp: -Yakarım ulan, kanını içerim ulan, beni katil etme ulan!..-‘diye bağırıp palavralar savurduÄŸu için, daha bir kiÅŸiyi bile yaralamadan adı Katil Osman olmuÅŸtu.
Ama yukarda da söylediÄŸim gibi, benim hapishanede gördüÄŸüm mahçup oÄŸlanla bu azılı serseriyi birleÅŸtirmek zordu. Halbuki o zaman da yine böyle bir edepsizlikten içeri düÅŸmüÅŸtü: Bir akÅŸam üzeri yolda evine giden bir mahallelisini çevirmiÅŸ: -Hadi gidelim de bana rakı ısmarla!- demiÅŸ, öteki: -İşim var!- deyince, -Öyleyse iki lira borç ver!- diye tutturmuÅŸ, adamdan yine yüz bulamayınca bıçaÄŸa sarılmış. Etraftan koÅŸup gelenler polise teslim etmiÅŸler. Onu sık sık karşısında görmekten bıkan ağır ceza reisi bu sefer Osman’a iyi bir ders vermek istemiÅŸ, -Gece vakti silahla yol kesmek- suçundan onu ÅŸöyle dört beÅŸ sene için içeri tıkmaya niyetlenmiÅŸ. Ama Osman o taÅŸ yürekli Koca Reis’in karşısında da o masum, mahçup haliyle terbiyeli terbiyeli aÄŸlayıp kendine acındırmış olacak ki, birkaç ayla yakayı kurtardı ve aldığı cezayı yatmışına saydıkları için hemen çıktı.
Yakup Hoca hep buna hayıflanıyor, -Reis, oÄŸlana iyilik etmedi. Osman ÅŸu Yusuf makamında üç senecik yatsaydı aklını başına devÅŸirip çıkardı. Åžimdi berber ölürse on beÅŸi yiyecek. Tuh…- diye söyleniyordu.
Vakit ikindiyi geçmiÅŸti. Hoca kollarını sıvayıp abdest almaya hazırlanıyordu. İlerdeki hızarcılar, biçtikleri ceviz kütüÄŸünün arkasında namaza durmuÅŸlardı. Sur duvarlarının üstünde jandarmalar nöbet deÄŸiÅŸtiriyorlardı. Limandaki geminin vinç sesleri, denizde gidip gelen motörlerin gürültüsü kafamın uzak yerlerinde uÄŸuldayıp duruyordu. Arka tarafımdaki demir parmaklıklı kapı gıcırdadı, başımı çevirince, Hopalı gardiyan Ali Faik’le beraber Katil Osman’ın avluya girdiklerini gördüm.
Osman’ın yüzü kağıt gibiydi. Gözleri ufalmış ve kanlanmıştı, çenesiyle ÅŸakaklarındaki seyrek tüyler büyümüÅŸ gibiydi. Uzayıp incelmiÅŸ hissini veren çehresi, sivri burnu, yarı açık aÄŸzında görünen ufak sarı diÅŸleri ve etrafa ÅŸaÅŸkın ÅŸaÅŸkın bakan gözleri ile, kedinin aÄŸzına düÅŸmüÅŸ canlı bir fareye benziyordu.
-GeçmiÅŸ olsun Osman, gel ÅŸöyle otur bakalım!- diye seslendim. -Ali Faik, gel sen de bir kahve iç.-
Osman, himayesine sığınacak birini bulmuÅŸ gibi, çabuk adımlarla sokuldu, Yakup Hoca’nın yanına bir iskemle çekip iliÅŸti, ellerini masanın üstüne koyarak, korkak gözlerini yüzüme dikti. İnce parmaklı beyaz elleri titriyordu.
-Nasıl oldu, Osman?- diye sordum.
-Sorma ağabey, bir kazadır oldu işte.-
Kırık dökük kelimelerle vukuatını anlattı. İşine geldiÄŸi gibi deÄŸiÅŸtirdiÄŸini fark ediyor, fakat ses çıkarmıyordum. Sanki Koca Reis’in karşısındaymış da yüreÄŸini yumuÅŸatmak istiyormuÅŸ gibi aÄŸlamaklı bir sesle ve başını saÄŸ omzuna düÅŸürerek vızıldıyordu: -Vallahi ÅŸaka olsun diye yaptım aÄŸabey, bıçağın ucuyla ÅŸöyle dokunuverdim, karnı boÅŸmuÅŸ, girivermiÅŸ!-
Bu sırada Yakup Hoca, gardiyan Ali Faik’le konuÅŸuyor, onu sorguya çekiyordu. Osman’ınkine pek uymayan hikayesini tamamladıktan sonra gardiyan doÄŸruldu, kahve fincanındaki son yudumu dikerek:
-Sen bu masalları bu sefer Koca Reis’e dinletemezsin, baÅŸka laflar düÅŸün, hadi bakalım, koÄŸuÅŸa gidelim- dedi.
Osman da kalktı, uzaklaşırken yanındakine: -Vallahi billahi benim dediğim gibi oldu, Ali Faik!- diye izahat veriyordu.
Hemen o akÅŸam birçoklarından dinlediÄŸime göre, Osman’ın bu vukuatı da incir çekirdeÄŸi doldurmaz bir meseleden çıkmış: Kendisi gibi kopuk bir arkadaşıyla beÅŸ kadeh attıktan sonra kahveye gidip altmış altı oynarlarken berber Hüsamettin yanlarına gelmiÅŸ, oyuncuların kağıtlarına bakarak: -Koz çek, yirmiyi söyle- diye karışmaya baÅŸlamış. Osman da: -Ulan o kadar iyi biliyorsan gel sen de oyna, üç kol yapalım!- demiÅŸ, Hüsamettin istememiÅŸ, oynarsın, oynamazsın derken Osman, Bursa iÅŸi söÄŸüt yaprağını çektiÄŸi gibi saplayıvermiÅŸ. Anlatanlar:
-Osman’da adam vuracak hal ne gezer, herhalde sarhoÅŸlukla elinin kararını bilemedi, fazla soktu. Bıçak bir karış girmiÅŸ- diyorlardı. Osman yanında konuÅŸulan bu sözleri aÄŸzını açmadan dinliyor, ürkek gözlerini, koÄŸuÅŸta baÄŸdaÅŸ kurup oturmuÅŸ olan eski mahpusların ayaklarında gezdiriyordu.
Bundan sonraki günlerde Osman’ın hali hiç deÄŸiÅŸmedi. Bahçede çabuk adımlarla volta vuruyor, ikide bir kapıya koÅŸup hastanedeki Hüsamettin’den haber soruyordu. Berber on iki gün yaÅŸadı. Yarası pek ağır olmadığı için belki kurtulabilecekti. Fakat bu küçük vilayet merkezinin iki doktorlu hastanesinde buz makinesi yoktu. Hademelerin saatte bir kuyudan çektikleri suya batırarak hastanın karnına konan soÄŸuk bezler nedense kar etmedi, oÄŸlan bıçağı yediÄŸinin on ikinci günü karın zarı iltihabından gitti.
Bu haberi duyduÄŸu zaman Osman’ın benzi büsbütün sarardı. ÅžaÅŸkın ÅŸaÅŸkın etrafındakilerin yüzüne baktı; hızlı nefesler alarak uzaklaÅŸtı, bir duvar dibine çöktü ve düÅŸünmelere daldı.
Ama bu günden sonra Osman birdenbire deÄŸiÅŸti. Hep sinirli ve heyecanlıydı. O sessiz, ürkek hali kaybolmuÅŸ, bana, hatta eskiden pek saydığı kabadayılara karşı tavırlarına bir aldırmazlık, bir sertlik gelmiÅŸti. Olur olmaz lafa karışıyor, terslenince cevap vermeye kalkışıyordu. KoÄŸuÅŸ arkadaÅŸlarıyla, yatak yeri, yahut tayın bölüÅŸtürme meselesinden ufak tefek nizalar çıkarmaya baÅŸlamış, görüÅŸme günü kapıya gelen anası ile, para yüzünden, gardiyanların araya girmesine sebep olacak kadar büyük bir kavga etmiÅŸti. Başına gelen felaketi göz önünde tutunca onun bu hırçınlığını anlamak zor deÄŸildi. Kendisiyle oturup dertleÅŸen, halini soran yoktu. ÇocukluÄŸundan beri elinden tutanı olmayan delikanlıyı bir gün karşıma alıp dilince konuÅŸmaya baÅŸladım. Dışardaki hayatından, içki alemlerinden, mahalle kavgalarından, denizden ve bıldırcın avından bahsettik. Söz döndü dolaÅŸtı, son vukuata dayandı. O zaman ben, Osman’ın ruhuna çöken büyük sıkıntıyı biraz hafifletmek için uzun teselli cümleleri sıraladım. Sesimde garip bir tevekkül edasıyla:
-Aldırma Osman- dedim, -bunlar hep insan başına gelir. Bak, ÅŸu hapishanede yatan yedi yüz kiÅŸinin en az beÅŸ yüzünün boynunda can vebali var. PiÅŸman olur, kendini ıslah edersen her ÅŸey unutulur.-
Bunları dinlerken Osman’ın yüzünü kaplayan sıkıntı ifadesi beni ÅŸaşırtmadı. Onun buz tutmuÅŸ insanlığını ısıtıp yumuÅŸatmak kolay olmayacaktı elbette. Ama benim daha fazla ÅŸeyler söylememe meydan vermeden, Osman bir el iÅŸaretiyle sözümü kesti. Kimsenin duymasını istemiyormuÅŸ gibi aÄŸzını yüzüme yanaÅŸtırarak:
-Bırak boÅŸ konuÅŸmaları, aÄŸabey!- dedi. -Bu kadar sene hiç yoktan adımız katil diye söylendi; artık önüne gelen benimle dalga geçiyordu. Gözüm kızıp birinin üstüne yürüsem, herifin kılı bile kıpırdamıyor, ‘senin gibi lafla adam öldürenleri çok gördük!’ diyordu. Memleketin bir kabadayısının yüzüne bakacak halim kalmamıştı. Allah rahmet etsin, Hüsamettin’le görülecek bir hesabım yoktu, ama bu vukuat bana lazımdı.-
Osman, benim ÅŸaÅŸkınlığıma aldırış bile etmeden yerinden kalktı, omzundan ağır bir yükü fırlatıp atmış bir adam gibi hafif adımlarla uzaklaÅŸtı.
KonuÅŸmanın sonuna doÄŸru usulca yanımıza sokulup bizi dinlemiÅŸ olan Yakup Hoca, öÄŸrendiÄŸi ÅŸeylerden memnun, elini omzuma koydu ve filozofça mırıldandı:
-Bu dünya böyledir iÅŸte, kimi adam öldürdüÄŸü için katil diye anılır, kimi adı katile çıktı diye adam öldürür.-