Peri Gazozu, Ercan Kesal

Kitap Yorum
Peri Gazozu, Ercan Kesal

Ercan Kesal, İletişim Yayınları etiketiyle 2013 yılında okuyucuyla buluşan kitabını babasına ithaf etmiş. Kitabın adına da Mevlüt Kesal’ın ürettiği gazozların ismini vermiş; “Peri Gazozu”.

Sunuş yazısında; “Hayatımız, ‘bir yumağın sürekli sarılmasıdır’. Yaşadığımız her şey, ardımıza takılıp gelmekte ve doğal olarak da birikmektedir. Yol boyunca ne yaşandıysa toplamaktadır çünkü.” Diyen Kesal, Peri Gazozunda hayat yumağına topladıklarından bir kesit sunuyor okuyucuya. Belleğinin kapılarını aralayıp, bugünü bugün yapan geçmişinden gelen anılarını gün yüzüne çıkartıyor.

Oyuncu ve senarist kimliğiyle tanınan Kesal, aynı zamanda bir doktor. Peri Gazozu, onun çocukluk, üniversite ve hekim olarak görev yaptığı dönemlerde zihnine yerleşen, yaşamında yer bulan hikâyelerinden oluşuyor. Babasına adadığı kitabında, babasıyla yaşadıklarına da çokça yer vermiş Kesal.

Kitaptaki hikayelere, sıcak, içten bir anlatım hakim. “Okur; hikayelerimi okumak yerine, ‘seyretsin’ istedim” diyen Kesal, bu konuda oldukça başarılı olmuş. Kısa hikayeleri ve küçük anekdotlarıyla seyirlik bir kitap çıkartmış ortaya.

198 sayfalık kitapta, çoğu daha önce yayınlanmış köşe yazılarından oluşan otuz bir hikaye/anı mevcut. Bir çoğu aşina olduğumuz, duyduğumuz ve bir çoğumuzun bizzat yaşadığı hikayeler… Ölümler, hastalıklar, tecavüzler, haksızlıklar, yozlaşmış düzenin getirdikleri ve götürdükleri… Ama aynı zamanda hüzünlerin, acıların yanında umudu da taşıyan yaşam kesitleri…

Yalın, yormayan ve sıkmayan bir anlatımın içinde, unuttuklarımızı hatırlamak, hatırladıklarımıza farklı açılardan bakmak için okunası bir kitap Peri Gazozu.
Peri Gazozu

Kitaptan Alıntılar

İstanbul’dayım. Hastanecilik günleri. Açlık sorunum kalmamış ama açlıktan sorunlu kardeşlerim var hastanede. İki bindeki uzun açlık grevleri sonlanmış, kalanlara tedaviye başlanmış, birkaç tanesi de benim hastaneye gelmiş. Ama nasıl bir tedavi yapılacak, bilen yok. Açlık grevlerinin tarihinde bu kadar uzun sürmüş başka bir örnek yok ki. Artık yatağa bağımlı hale gelmiş, bir deri bir kemik delikanlılar, kendilerine geri dönülmez yollar çizen ipek saçlı kız kardeşlerim. Feri gitmiş güzel gözleriyle insanı ürperten bir karanlıktan bakarak, grevin bittiğini bile fark etmeden, bulanık bir bilincin içinde kaybolup gittiler.

Derdini anlatmak için açlıkla terbiye olup ölüme yatmak günleri bitti zannetmiştim. Yanılmışım. Meğer bitmemiş. Öyle ya, zulüm ve düşmanlık bitmedi ki. Ne çabuk unutmuşum Habil ile Kabil’i. Mermer sunaklar yeni kurbanlarını bekliyor. Haydi, seyre duralım hep birlikte. Ne kadar da küçükmüş meğer. Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş. Fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi.

Artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu var…


Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek... Bu yüzden bu kadar kalınlaştı derimiz. Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş içimiz.

Gebeliğini kalın bir bez kuşakla sarıp saklayan küçük kadın gibi, gövdesinden başka sunacak hiçbir şeyi olmayan genç insanların çaresizliği üzerinden yapılan siyasetimiz, kızının kalbindeki değil, çarşafındaki kanına bakan adamlar gibi yaşayıp, komşusuna verdiği ''ileri demokrasi'' akıllarından kendi nasiplenmemiş riya dolu düzenimiz ve elbette meseleleri kökünden çözmek yerine, onun büyümesini seyrederek aldığımız ölümcül hazla sarhoş biz...


Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi. Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı: “Sessizlik Kulesi”. Türkiye'yi koca bir “Sessizlik Kulesi” yaptık en sonunda… Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz. Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.


Farkında mısınız, sahip olduklarınızın, başkalarının da işine yarayabileceği büyük bir sofradır yeryüzü?

Çok mu zor, karşılıksız ve çekinmeden, bir kibrit tanesini, bir tutam tuzu ayırıp bir kaya yarığına saklamak?

Sonuna kadar tüketip, bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat... Gerçekten, çok mu zor?

Hadi, bir tutam tuz ve birkaç kibrit koyup cebimize, düşelim yollara...

Hadi, kendimize ve dünyaya ağlayarak.

Hadi önce, kendimizi kurtararak başlayalım şu işe.

Tanıtım Metni

"Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.

Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: 'Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.' Bu kadar." Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, annebaba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine... Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle başetmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine..."Alışmaya" direnen bir hekimin gözüyle.

Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine... Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle. Türkiye'nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi... Kalbi avucunda birinin gözüyle. Ercan Kesal'dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.
 

Buket Özsanat
5 Temmuz 2017 Çarşamba
1825 Görüntülenme

Facebook Yorumları

Site İçi Arama
Anket Tümü
Kitap okumanıza en çok engel olan şey nedir?