
II. Meydan Okumalar
Misafirler gittikten sonra babam kendini bir koltuÄŸa attı ve çılgınca gülmeye baÅŸladı. Annemin ölümünden bu yana onun ilk defa bu kadar içtenlikle güldüÄŸünü görüyordum.
"Dr. Hammerfield'in hayatında böyle bir ÅŸeyle hiç karşılaÅŸmadığına bahse girerim," diyerek güldü. "Din konusunda tartışmaya girecek kadar güzel konuÅŸmak! Ernest'in konuya nasıl da bir kuzu gibi uysalca baÅŸladığını fark ettin mi? Sonra nasıl da çabucak kükreyen bir aslan kesildiÄŸini? Son derece disiplinli bir kafası var. EÄŸer enerjisini o yöne çevirmiÅŸ olsaydı iyi bir bilim adamı olabilirdi."
Ernest Everhard'ın çok ilgimi çektiÄŸini söylememe gerek yok elbette. Söyledikleri ve bunları söyleyiÅŸ biçimiyle deÄŸil, bir erkek olarak da beni çok etkilemiÅŸti. Böyle bir insana hiç rastlamamıştım. Sanırım, yirmi dört yaşıma basmış olmama raÄŸmen, evlenmemiÅŸ olmamın nedeni buydu. Ondan hoÅŸlanmıştım. Bunu kendime itiraf etmeliydim. Benim ondan hoÅŸlanmam, zekâsından ve tartışma gücünden baÅŸka bir ÅŸeylere dayanıyordu. ÅžiÅŸkin pazılarına ve kaim boynuna raÄŸmen, ben-de masum bir çocuk izlenimi bırakmıştı. Kibirli bir aydın görüntüsünün altında, duygulu ve ince bir ruhun gizlendiÄŸini anlamıştım. Sanırım kadınlık sezgilerim aracılığıyla farkına varabildiÄŸim birtakım izlenimler yaratmıştı bende.
Onun o tok sesinde, yüreÄŸime iÅŸleyen bir vurgu vardı; bu ses hâlâ kulaklarımda çınlıyordu ve onun sesini yeniden duymak istediÄŸimi hissediyordum. Yüzünün derin, hırslı ciddiyetini bozan gözlerindeki o kahkaha pırıltılarım yine görmek istiyordum. Belirsiz ama daha derin duygular sokuluyordu yüreÄŸime. Onu daha ilk akÅŸam neredeyse sevmeye baÅŸlamıştım. Ama onu bir daha hiç görmeseydim, bu karmakarışık, belirsiz duygularımın silinip gideceÄŸinden ve onu kolaylıkla unutacağımdan da eminim.
Ama kaderimde onu yeniden görmek varmış. Babamın sosyolojiye karşı yeni yeni duymaya baÅŸladığı merak ve bu konuda konuÅŸma ve tartışmalar yapmak için evimizde yapılan yemekli toplantılar, bizi ister istemez sık sık karşılaÅŸtırıyordu. Babam bir sosyolog deÄŸildi. Annemle evliliÄŸi mutlu yıllar yaÅŸatmıştı ona. Kendi bilim dalı olan fizik alanında yaptığı araÅŸtırmalar da onu mutlu ediyordu. Ama annem ölünce, kendi çalışmaları bile onun boÅŸluÄŸunu dolduramadı. Önceleri avunmak için felsefeyle ilgilendi. Sonra bu ilgi giderek büyüdü. Ekonomiye ve sosyolojiye yöneldi. YüreÄŸinde güçlü bir adalet duygusu vardı ve çok geçmeden haksızlıkların düzeltilmesi için, toplumdaki eÅŸitsizliÄŸi kıyasıya eleÅŸtiren bir adam olup çıktı. Bu iÅŸin sonunun bizim için nereye varacağından hiç kaygı duymadan, onda doÄŸan bu ilginin iÅŸaretlerini saygıyla izliyordum. O da sonucunu hiç düÅŸünmeden, bir delikanlı heyecanıyla bu yeni arayışların içine daldı.
Bir bilim adamı olarak uzun yıllardır laboratuvarda çalışmaya alışmıştı. İşte bu yüzden oturma odamızı bir sosyoloji laboratuvarına dönüÅŸtürdü. Bu odada, her türden, her sınıftan insanlar, bilim adamları, politikacılar, bankerler, iÅŸçi liderleri, sosyalistler ve anarÅŸistler bir araya geliyordu. Onları kendi aralarında tartışmaya kışkırtıyor, sonra onların hayat ve toplum hakkındaki görüÅŸlerini çözümlüyordu.
Ernest'le "Papazlar AkÅŸamı"ndan kısa bir süre önce tanışmıştı. Misafirler gittikten sonra, onunla nasıl tanıştığını öÄŸrendim, bana anlattı. Bir akÅŸam, bir sokaktan geçerken, sabun sandığının üstünde bir grup iÅŸçiye söylev veren bir adamı dinlemek için durmuÅŸtu. Bu adam Ernest'ti. Sosyalist partinin ileri gelen önderlerinden biriydi ve ayrıca sosyalizm felsefesinin ünlü adlarındandı. En soyut sorunları, sade bir dille ve açık seçik bir biçimde anlatmayı bilen, bu doÄŸuÅŸtan eÄŸitimci ve yorumcu, emekçilere ekonomi politiÄŸi açıklayabilmek için bir sabun sandığının üstüne çıkmayı küçültücü bir davranış olarak kabul etmiyordu.
Babam onu dinlemek için durmuÅŸ, söylevi ilgisini çekmiÅŸ, konuÅŸmacıyla bir tanışma ayarlamış, biraz sohbetten sonra, papazların geleceÄŸi akÅŸam yemeÄŸine onu da davet etmiÅŸti. Babam, yemekten sonra, onu ne kadar az tanıdığını anlattı. Soyu iki yüz yıl önce Amerika'ya yerleÅŸmiÅŸ olan Everhard'lara dayanmasına raÄŸmen, iÅŸçi sınıfından bir ailenin oÄŸluydu.1 On yaşındayken küçük bir fabrikada çalışmış, sonra da bir nalbandın yanma çırak olarak girmiÅŸ, kısa zamanda bir nalbant olup çıkmıştı. Kendi kendini yetiÅŸtirmiÅŸti, kiÅŸisel çabasıyla Almanca ve Fransızca öÄŸrenmiÅŸti; o sırada Chicago'da zorluklar içinde mücadele veren sosyalist bir yayınevine, bilimsel ve felsefi kitaplar çevirerek, karnını zor doyuracak kadar parayı güç bela kazanıyordu. Ayrıca, bu kazanca, çok az satan kendi ekonomik ve felsefi çalışmalarından gelen, çok kısıtlı bir telif ücreti de arada bir ekleniyordu.
İşte o akÅŸam yatmaya gitmeden önce, onun hakkında bütün öÄŸrendiklerim bunlardı ve yatakta hafızama iÅŸleyen sesini dinleyerek uzun süre gözlerim açık yattım. DüÅŸüncelerimden korkmaya baÅŸlamıştım. Ernest, benim sosyal sınıfımdan hiçbir erkeÄŸe benzemiyordu, öylesine yabancı ve öylesine güçlüydü ki! O üstün havası hem başımı döndürüyor, hem de beni korkutuyordu, öyle ki hayal gücümün bir ara beni, onun sevgilisi ve karısı olarak canlandırdığının farkına vardım. Bazı erkeklerin gücünün, kadınlar için dayanılmaz derecede çekici olduÄŸunu çok duymuÅŸtum, ama o gereÄŸinden de fazla güçlüydü. "Hayır! Hayır!" diye haykırdım.
"Bu imkansız, çok saçma!" Ve ertesi sabah uyandığımda onu yeniden görmek isteÄŸiyle yanıyordum. Bir tartışmada onun zaferine tanık olmak, karşısındakiler! SavaÅŸa çağıran sesinin yankısıyla titremek, kendine güveni ve gücüyle, karşısındakini hiçe sayan tavrıyla, onların körelmiÅŸ düÅŸüncelerini çürütürken onu hayranlıkla seyretmek arzusu doldurdu yüreÄŸimi yine. Kabadayılık taslıyorsa da bunun ne zararı vardı ki? Kendi deyimiyle bu "iÅŸe yarıyor", etki yaratıyordu. Her ÅŸey bir yana, onun kaba dille konuÅŸmasını seyretmek çok güzel bir ÅŸeydi. İnsanı bir çarpışmanın eÅŸiÄŸindeymiÅŸ gibi heyecanlandırıyordu.
O akÅŸamı izleyen birkaç gün, babamdan ödünç aldığım Ernest'in eserlerinden bazılarını okumakla geçti. Yazıya döktüÄŸü sözleri de, dışa vurduÄŸu düÅŸünceleri gibi açık seçik ve inandırıcıydı. İnsan kuÅŸku duymaya baÅŸladığında bile, söylediklerini inandırıcı kılan, kesin bir sadeliÄŸi vardı dilinin. Kolay anlaşılabilirlik yeteneÄŸi vardı. Mükemmel bir yorumlayıcıydı. Yine de üslubunun yetkinliÄŸine raÄŸmen, yazılarında hoÅŸuma gitmeyen birçok ÅŸey vardı. Sınıf çatışması diye adlandırdığı kavrama, emek ile sermaye arasındaki uzlaÅŸmazlığa, çıkar çatışmasına gereÄŸinden fazla vurgu yapıyordu.
Babam coÅŸkun bir sevinç içinde, Dr. Hammerfield'ın Ernest hakkında edindiÄŸi kanıyı bana anlattı. Dr. Hammerfield'e göre Ernest, "yetersiz bilgisiyle ukalalık taslayan, küstah bir kabadayıydı. Ayrıca, onunla yeniden karşılaÅŸmayı hiç arzu etmiyordu.
Ama Piskopos Morehouse, Ernest'e büyük bir ilgi duymuÅŸ, onunla tekrar görüÅŸmek için can atıyordu. "Güçlü bir genç," diyordu; "ve canlı, çok canlı. Ama kendine çok güveniyor, aşın güveniyor."
Ernest bir gün öÄŸleden sonra babamla birlikte geldi. Piskopos onlardan önce gelmiÅŸti, birlikte verandada çay içiyorduk. 'in sürekli olarak Berkeley'de takılmasının nedenini de söyleyeyim, yeri gelmiÅŸken; o sırada, üniversitede, özel biyoloji dersleri alıyordu ve "Felsefe ve Devrim"2 adlı yeni bir kitabın üzerinde çalışıyordu.
Ernest adımını atar atmaz sanki veranda ansızın küçüldü. Bedenen aşırı iri olduÄŸundan deÄŸil. Boyu bir yetmiÅŸ beÅŸ kadardı, ama etrafında çok uzunmuÅŸ gibi bir hava yaratıyordu. Beni selamlamak için eÄŸildiÄŸinde, heyecanını ele vermeden edemedi. O katı bakışları, elimi sımsıkı kavrayan elinin söyledikleriyle çeliÅŸir gibiydi. Elimi kendinden emin ve sert bir ÅŸekilde sıktı. Gözleri de elleri kadar güven doluydu. İlk günkü gibi bana uzun süre bakan gözlerinde, bu kez bir soru var gibiydi.
"Sizin 'İşçi Sınıfı Felsefesi' adlı kitabınızı okudum," dedim. Gözleri parladı.
"Umarım," diye cevap verdi, "bu kitabın hangi okuyucu için yazıldığını dikkate almışsınızdır."
"Evet aldım, ben de bu yüzden sizinle bir kavgaya tutuÅŸmak istiyorum," diye meydan okudum.
"Benim de sizinle paylaÅŸacak bir kozum var. Bay Everhard," dedi Piskopos Morehouse.
Bu çifte meydan okuma karşısında, Ernest çocukça omuzlarını silkti ve bir fincan çayı kabul etti.
Piskopos önümde ÅŸöyle bir eÄŸildi ve önceliÄŸi bana bıraktığını belirtti.
"Sınıflar arasındaki kini körüklüyorsunuz," dedim. "İşçi sınıfının dar ve kaba yanlarına seslenmek bence bir yanlış, hatta suç. Sınıf kini anti-sosyal bir duygudur ve bana öyle geliyor ki aynı zamanda anti-sosyalist-çedir."
"Suçsuzum," diye cevap verdi. "Benim bugüne kadar yazdığım tek bir satırın, ne özünde ne de biçiminde sınıf kini yoktur."
"Amma da yaptınız!" diye bağırdım sitemle ve kitabını alıp açtım.
Kitabın sayfalarını karıştırırken, o gülümsüyor ve sakin sakin çayını yudumluyordu.
"Sayfa yüz otuz iki," diye yüksek sesle okumaya baÅŸladım; " 'Böylece sosyal geliÅŸmenin bu aÅŸamasında sınıf mücadelesi, ücretleri ödeyen sınıf ile ücretli sınıf arasında patlak verir.'"
Zafer kazanmış bir tavırla yüzüne baktım.
"Burada sınıf kininden söz edilmiyor," diye gülümsedi.
"Ama," diye cevap verdim, "'sınıf mücadelesi' diyorsunuz."
"Sınıf kininden baÅŸka bir ÅŸey bu," diye karşılık verdi. "Ve bana inanın, biz kini, hıncı körüklemeyiz. Biz, sınıf mücadelesinin, sosyal geliÅŸmenin bir yasası olduÄŸunu söylüyoruz. Bunun sorumlusu biz deÄŸiliz. Biz sınıf mücadelesi yapmayız. Yalnızca onu açıklarız, tıpkı Newton'un yerçekimini açıkladığı gibi. Biz sınıf mücadelesini üreten çıkar çatışmasının doÄŸasını açıklıyoruz."
"Ama çıkar çatışması diye bir ÅŸey olmamalıdır!" diye bağırdım.
"Ben de yürekten katılıyorum size," diye cevap verdi. "İşte biz sosyalistler de bu çıkar çatışmasının ortadan kalkması için çabalıyoruz. İzin verirseniz birkaç satır da ben okuyayım." Kitabını aldı ve birkaç sayfa geri çevirdi. "Sayfa yüz yirmi altı; 'İlkel kabile komünizminin ortadan kalkması ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla baÅŸlayan sınıf mücadelesi döngüsü, sosyal varlığı sürdürmeyi saÄŸlayan araçların, özel mülkiyet olmaktan çıkartılmasıyla son bulacaktır.'"
"Ama ben sizinle aynı düÅŸüncede deÄŸilim," diye araya girdi Piskopos, solgun yüzü heyecanından biraz kızarmıştı. "İddianız yanlış; emek ile sermaye arasında çıkar çatışması diye bir ÅŸey yoktur ya da daha doÄŸrusu olmaması gerekir."
'TeÅŸekkür ederim," dedi Ernest ciddi bir sesle. "Son söylediÄŸinizle benim iddialarımı desteklemiÅŸ oldunuz."
"Ama ne diye bir çatışma olsun ki?" diye sordu Piskopos hararetle.
Ernest omuzlarını silkti. "Çünkü böyle yaratılmışız, sanıyorum."
"Ama böyle yaratılmadık!" diye bağırdı öteki.
"İdeal insandan mı söz ediyorsunuz?" diye sordu Ernest. "Bencil olmayan, tanrıya benzeyen insandan mı söz ediyorsunuz? Öyle az ki böyle insan, hatta yok. Yoksa sıradan, ortalama insandan mı söz ediyorsunuz?"
"Sıradan ve ortalama insandan," oldu cevap.
"Zayıf, saf, yanlış yapmaya hazır insandan mı?"
Piskopos Morehouse başını salladı.
"Ve bayağı, bencil insandan mı?"
Yeniden başını salladı Piskopos.
"Dikkat edin!" diye uyardı Ernest. "Bencil dedim."
"Ortalama insan bencildir," diye yüreklice kabullendi Piskopos.
"Elinin erdiÄŸi her ÅŸeyi ister?"
"Mümkün olan her ÅŸeye sahip olmak ister, üzücü ama gerçek."
"O halde ÅŸimdi avucuma düÅŸtünüz." Ernest bu sözleri söylerken, çenesi bir kapanın yayı gibi kapandı. "İzin verin de göstereyim size. Åžimdi tramvayda çalışan bir iÅŸçiyi ele alalım."
"Sermaye olmasaydı tramvayda çalışamazdı," diye sözünü kesti Piskopos.
"DoÄŸru, ama siz de kabul edersiniz ki, kârı ortaya çıkaran emek olmasa sermaye de yok olacaktı."
Piskopos sessizdi.
'Tamam mı?" diye üsteledi Ernest.
Piskopos başını salladı.
"İkimizin düÅŸüncesi de karşılıklı olarak birbirini götürür," dedi Ernest, önemsiz bir ÅŸeyden söz ediyormuÅŸ gibi heyecanlanmadan konuÅŸuyordu. "Ve böylece konuÅŸmaya baÅŸladığımız noktaya dönmüÅŸ oluyoruz. Yeniden baÅŸlayalım. Tramvay iÅŸçileri emeÄŸi saÄŸlar. Hissedarlar sermayeyi saÄŸlar. Emek ve sermayenin ortak çabasıyla da para kazanılır.3 Kazanılan bu parayı kendi aralarında bölüÅŸürler. Sermayenin payına düÅŸene kâr, emeÄŸin payına düÅŸene ücret denir."
"Çok güzel," diye araya girdi Piskopos. "Bu paylaÅŸmanın dostça yapılmaması için hiçbir neden yok."
"Az önce bir konu üzerinde anlaÅŸtığımızı hemen unuttunuz," diye karşılık verdi Ernest. "Ortalama insanın bencil olduÄŸu konusunda anlaÅŸmıştık. İnsan neyse odur. Siz her ÅŸeye gökyüzünden bakma alışkanlığınızla, göÄŸe yükseldiniz ve aslında var olan deÄŸil de olması gerektiÄŸi gibi olan insanlar arasında para bölüÅŸtürüyorsunuz. Ama gerçeÄŸe dönecek olursak, emekçi, bencil olduÄŸundan, bu paylaşımdan elinden geldiÄŸince fazlasını almak isteyecektir. Kapitalist, bencil olduÄŸundan, bu paylaşımdan elinden geldiÄŸince fazlasını almak isteyecektir. EÄŸer bir ÅŸey sınırlı bir miktardaysa ve iki insan bu ÅŸeyden mümkün olduÄŸunca büyük paylar almak istiyorlarsa, burada sermaye ile emek arasında bir çıkar çatışması söz konusu olur. Bu uzlaÅŸtırılamaz bir çatışmadır. Dünya üstünde iÅŸçiler ve kapitalistler oldukça, bu paylaşım üzerinde kavga etmeye devam edeceklerdir. Bu öÄŸleden sonra San Francisco'da olsaydınız, yürümek zorunda kalacaktınız. Çünkü tek bir tramvay çalışmıyor."
"Gene mi grev?"4 diye sordu Piskopos telaÅŸla.
"Evet, tramvay ÅŸirketinin kârlarının paylaşılması konusunda kavga ediyorlar."
Piskopos Morehouse birden heyecanlandı.
"Yanlış bir iÅŸ!" diye bağırdı. "İşçiler ileriyi göremeyecek kadar dar görüÅŸlüler. Böyle davranırlarsa, bizim onlardan yana olmamızı nasıl umabilirler..."
"Yürümek zorunda kaldığımızda," dedi Ernest muzipçe.
Ama Piskopos Morehouse duymazlıktan gelip devam etti.
"Onların bakış açılan çok dar. İnsan insan olmalı, vahÅŸi hayvan deÄŸil. Åžimdi ÅŸiddet ve kıyım olacak, yas tutan dullar ve yetimler olacak. Sermaye ve emek dost olmalı. Ortak çıkarları için el ele çalışmalılar."
"Ah, yine havalara çıktınız," dedi Ernest soÄŸuk bir sesle. "Hadi yeryüzüne ininiz. Unutmayın ki, ortalama insanın bencil olduÄŸu konusunda anlaÅŸmıştık."
"Ama bencil olmamalı!" diye bağırdı Piskopos.
"Bu konuda ben de size katılıyorum," diye kabaca cevap verdi Emest. "Bencil olmaması gerek, ama böyle domuzca bir ahlak üstüne kurulmuÅŸ sosyal düzende yaÅŸadığı sürece bencil olmaya devam edecektir."
Piskopos korkmuÅŸ gibiydi, babam gülmemek için kendini zor tutuyordu.
"Evet, domuzca bir ahlak," diye devam etti Ernest’in safsızca. "Kapitalist sistemin anlamı bu. Kilisenizin desteklediÄŸi, kürsünüzde her zaman vaaz verdiÄŸiniz ÅŸey bu. Domuzca bir ahlak! Bunun baÅŸka bir adı yok."
Piskopos sanki yardım istermiÅŸ gibi babama döndü, ama o gülerek başını salladı.
"Korkarım, Bay Everhard haklı," dedi. "'Laissez-faire'5, herkes kendini düÅŸünsün ve benden sonra kıyamet kopsun, iÅŸte sizin aşıladığınız anlayış bu. Geçen akÅŸam Bay Ever-hard'ın dediÄŸi gibi, siz kilise adamlarının iÅŸlevi, kurulu düzenin devamını saÄŸlamaya yardımcı olmak ve toplum da bu temel üzerine kurulmuÅŸ."
"Ama bu İsa'nın öÄŸretisi deÄŸil!" diye bağırdı Piskopos.
"Bugünlerde Kilise İsa'nın öÄŸretisini öÄŸretmiyor ki," diye karşılık verdi hemen Ernest. "Emekçilerin, Kilise'yle hiçbir alışveriÅŸlerinin olmayacak olmasının nedeni de bu. Kilise, kapitalist sınıfın iÅŸçi sınıfını gaddarlıkla ve vahÅŸice sömürüp ezmesine gözünü yummakta ve onaylamaktadır."
"Kilise buna göz yummuyor," diye karşı çıktı Piskopos.
"Kilise buna karşı da çıkmıyor," diye cevap verdi Ernest. "Kilise buna karşı çıkmadığı sürece, buna göz yumuyor demektir. Kilise'nin kapitalist sınıf tarafından desteklendiÄŸini de unutmamak gerekir."
"Olaylara bu ışığın altından bakmamıştım," dedi Piskopos safça. "Yanılıyor olmalısınız. Bu dünyada üzücü ve kötü birçok ÅŸey olduÄŸunu ben de biliyorum. Kilise'nin ÅŸeyi... sizin proletarya6 dediÄŸiniz ÅŸeyi kaybettiÄŸini de biliyorum."
"Siz hiçbir zaman proletaryaya sahip olmadınız," diye bağırdı Ernest. "Proletarya, Kilise'nin dışında ve Kilise'siz geliÅŸip büyüdü."
"Seni tam anlayamadım," dedi Piskopos yavaÅŸça.
"Öyleyse izin verin de açıklayayım. On sekizinci yüzyılın sonlarına doÄŸru toplum yaÅŸamına makinelerin giriÅŸi ve fabrika sisteminin geliÅŸmesiyle, çalışan büyük emekçi kitleleri topraktan sökülüp ayrıldı. Eski çalışma düzeni bozuldu. Çalışan insanlar köylerinden sürülüp, sanayi ÅŸehirlerine doluÅŸtular. Analar ve çocuklar, yeni makinelerin başında çalışmaya koyuldu. Aile yaÅŸamı yok oldu. KoÅŸullar korkunçtu. Kanlı bir hikâyedir bu."
"Biliyorum, biliyorum," diye sözünü kesti Piskopos Morehouse, yüzünde kederli bir ifade belirmiÅŸti. "Korkunçtu. Ama bu bir buçuk yüzyıl önce olmuÅŸtu."
"Ve iÅŸte o zaman, bir buçuk yüzyıl önce, çaÄŸdaÅŸ proletarya doÄŸdu," diye devam etti Ernest. "Ve Kilise onun varlığını görmezden geldi. Kapitalistler, bu halk mezbahalarını kurarlarken, Kilise sustu. Karşı çıkmadı, bugün de karşı çıkmıyor. Austin Lewis'in7 o dönem hakkında konuÅŸurken söylediÄŸi gibi, kime 'Kuzularımı besle' emri verildiyse, o kimseler, bu kuzuların köle olarak satılmalarını ve gıklarını bile çıkarmadan ölümüne çalışmalarını saÄŸladılar."8 Kilise sustu o zaman, sözlerime devam etmeden önce bana açıkça aynı düÅŸüncede olup olmadığımızı söylemelisiniz. Kilise o zaman sustu mu, susmadı mı?"
Piskopos Morehouse tereddüt etti. Dr. Hammerfield gibi, o da, Ernest'in deyimiyle, 'cepheden saldırıya' alışık deÄŸildi.
"On sekizinci yüzyılın tarihi yazılmıştır," dedi Ernest. "EÄŸer Kilise susmamış olsaydı, hiç kuÅŸkusuz tarih kitaplarında susmamış olduÄŸu yazardı."
"Korkarım, Kilise sesini çıkarmadı," diye itiraf etti Piskopos.
"Ve bugün de aynı suskunluÄŸu sürdürüyor."
"Bu noktada size katılmıyorum," dedi Piskopos.
Ernest durdu, karşısındakine dikkatle baktı ve meydan okumayı gördü.
"Pekâlâ," dedi. "GöreceÄŸiz. Chicago'da, doksan sent kazanabilmek için bütün bir hafta boyunca çalışan kadınlar var. Kilise buna karşı çıktı mı?"9
"Bunu ilk defa duyuyorum," oldu cevap. "Haftada doksan sent ha! Bu korkunç bir ÅŸey!"
"Kilise buna karşı çıktı mı?" diye üsteledi Ernest.
"Kilise'nin bundan haberi yok." Piskopos terliyordu.
"Yine de Kilise'ye 'Kuzularımı besleyin,' emri verilmiÅŸti," dedi Ernest küçümser bir tavırla. Bir an durup sonra, "Alaycı sözlerim için beni bağışlayın Piskopos. Ama sizlerle konuÅŸurken sabrımızın tükenmesine sanırım ÅŸaşırmıyorsunuzdur. Kapitalistlerin emrindeki kiliseleriniz, Güney'deki dokuma fabrikalarında çocukların çalıştırılmasına karşı çıktı mı? Altı, yedi yaÅŸlarındaki çocuklar, her gece on iki saat süren vardiyalarda çalışıyorlar. Kutsal güneÅŸ ışığını görmekten bile yoksunlar. Sinekler gibi ölüyorlar. Kârlar onların kanlarıyla besleniyor. Bu parayla New England'da görkemli kiliseler yapılıyor. Ve siz bu muhteÅŸem kiliselerde, bu çocukların kanlarıyla göbeklerini ÅŸiÅŸirmiÅŸ o kazanç sahipleri adına, tatlı tatlı vaazlar veriyorsunuz."
"Bilmiyordum," diye mırıldandı Piskopos çaresiz bir tavırla. Sanki içi bulanıyormuÅŸ gibi yüzü solmuÅŸtu.
"Öyleyse karşı çıkmadınız?"
Piskopos başını salladı.
"Öyleyse Kilise on sekizinci yüzyılda olduÄŸu gibi bugün de dilsiz."
Piskopos suskundu, Ernest sesini ansızın yükseltti.
"Ve unutmayın ki, kilise adamlarından kim buna karşı çıkarsa hemen iÅŸinden atılır."
"Bunun doÄŸru bir ÅŸey olduÄŸunu düÅŸünmüyorum," diye karşı çıktı Piskopos.
"Siz karşı çıkacak mısınız?" diye sordu Ernest.
"Bizim bu bölgede, böyle haksızlıkları bana gösterin, karşı çıkacağım."
"GöstereceÄŸim," dedi Ernest sakin bir sesle. "Åžu anda hizmetinizdeyim. Sizi cehennemde bir yolculuÄŸa çıkaracağım."
"Ben de karşı çıkacağım." Piskopos koltuÄŸunda doÄŸruldu ve o kibar yüzünde bir savaÅŸçının çizgileri belirdi. "Kilise suskun kalmayacak!"
"İşinizden atılacaksınız," diye uyardı Ernest onu.
"Ben size bunun tersini kanıtlayacağım," oldu Piskopos'un karşılığı. "EÄŸer bütün dedikleriniz doÄŸruysa bile, Kilise'nin bu olayları bilmediÄŸi için suskun kaldığını size kanıtlayacağım. Dahası, ben sanayi toplumundaki korkunç ÅŸeylerin, kapitalist sınıfın bunları bilmeyiÅŸinden ileri geldiÄŸine inanıyorum. Bilgi edinir edinmez bütün yanlışlıklarını düzeltecektir. Bilgiyi vermek görevi, Kilise'ye düÅŸmüÅŸtür."
Ernest güldü. GülüÅŸü kabacaydı ve bir içgüdüyle Piskopos'u savunmayı üstüme aldım.
"Unutmayınız ki," dedim, "siz madalyonun tek yüzünü görüyorsunuz. Çok iyi yönlerimiz de var bizim. Siz sadece, kötü yanlarımızı görüyorsunuz. Piskopos Morehouse haklı. Endüstrinin yarattığı haksızlıkların, sizin sözlerinizle dehÅŸetin nedeni, yöneticilerin bunu bilmemesidir. Sınıflar arasındaki uçurumu Çok derinmiÅŸ gibi gösteriyorsunuz."
"VahÅŸi Kızılderililer bile, kapitalist sınıf kadar zorba ve acımasız deÄŸildir," diye karşılık verdi Ernest; o sırada ona karşı büyük bir kin duydum.
"Bizi tanımıyorsunuz," diye cevap verdim. "Biz ne zorbayız, ne de acımasız."
"Kanıtlayın," dedi meydan okur gibi.
"Nasıl kanıtlayabilirim? Sizin gibi birine hem de!" Giderek öfkelenmeye baÅŸlıyordum.
Başını salladı. "Bunu bana kanıtlayın demiyorum, kendinize kanıtlayın."
"Ben biliyorum," dedim.
"Hadi, hadi çocuklar," dedi babam yatıştıran bir sesle.
"Umurumda deÄŸil..." diye söze baÅŸladım gururla, ama Ernest sözümü kesti.
"Yanılmıyorsam, siz ya da babanız, her ikisi de aynı kapıya çıkar zaten, Sierra Fabrikaları'na para yatırmışsınız."
"Bunun konumuzla ne ilgisi var?" diye bağırdım.
"Pek fazla bir ilgisi yok," dedi sakin bir sesle. "Yalnız, ÅŸu giydiÄŸiniz elbise kan lekesi içinde. YediÄŸiniz yiyecekler de kan kokuyor. Evinizin çatı kiriÅŸlerinden küçük çocukların, güçlü erkeklerin kanı damlıyor. Bunların damla damla çevreme düÅŸtüÄŸünü duymam için gözlerimi bir parça kapatmam yeterli. Tıp, tıp, tıp..."
Bunları söylerken, bir yandan da gözlerini kapayıp koltuÄŸunda kendini geriye attı. Kızgınlık ve kınlan onurumun hüznüyle gözyaÅŸlarına boÄŸuldum. Hayatımda kimse bana böyle kaba davranmamıştı. Piskopos ve babam da benim gibi allak bullak olmuÅŸlardı. KonuÅŸmayı baÅŸka bir yöne çevirmeye çalıştılar, ama Ernest gözlerini iri iri açarak bana baktı ve bir el hareketiyle aradan çekilmelerini istedi. AÄŸzı gerilmiÅŸ, gözleri kısılmıştı, gözlerinde en küçük bir sevinç pırıltısı yoktu. Bana ne diyecekti, bana nasıl bir suçlama yöneltecekti, bunu hiçbir zaman öÄŸrenemedim. Çünkü tam o anda kaldırımdan geçen bir adam durdu, bize baktı. İriyarı, yoksul kıyafetli, sırtında bambu kamışlar ve kumaÅŸtan yapılma sehpalardan, sandalyelerden oluÅŸan ağır bir yük taşıyordu. Mal satmak için içeri girip girmemekte tereddüt ediyormuÅŸ gibi eve bakıyordu.
"Bu adamın adı Jackson'dır," dedi Ernest.
"Böyle seyyar satıcılık10 yapacağına, gidip bir iÅŸte çalışacak kadar da güçlü," diye lafı yapıştırdım hemen.
"Ceketinin sol koluna dikkat edin," dedi Ernest yumuÅŸak bir sesle.
Baktım, ceketinin kolu boşta sallanıyordu.
"Sizin çatınızdan damlayan kanın bir kısmı, bu kesik koldan akıyor iÅŸte," diye devam etti Ernest aynı yumuÅŸak ve hüzünlü sesle. "Kolunu Sierra Fabrikaları'nda kaybetti ve siz de yaralanmış bir at gibi ölmesi için onu sokaÄŸa attınız. 'Siz' derken, sizin ve öteki hissedarların fabrikayı yönetmek için parayla tuttuÄŸu yöneticileri, müdürleri kastediyorum. Bu bir kazaydı.
Åžirkete birkaç dolar fazla kazandırmak için oldu kaza. Kolunu tarağın diÅŸlisine kaptırdı. Makinenin diÅŸleri arasında gördüÄŸü taÅŸ parçasını orada bırakabilirdi, en fazla makinenin diÅŸini kırardı. Bu taşı çıkarmak için uÄŸraşırken kolunu, parmak uçlarından ta omzuna kadar diÅŸliye kaptırdı. Geceydi. Fabrikalar mesai yapıyordu. Kazanç su gibi akıyordu. Åžirket, o mevsim ortaklarına yüksek kâr payı dağıtmıştı. Jackson saatlerdir çalışıyordu, kasları gevÅŸemiÅŸti artık, hareketleri yavaÅŸlamıştı. Makineye kapılmasının nedeni de bu oldu. Bir karısı ve üç çocuÄŸu var."
"Peki ÅŸirket ne yaptı onun için?" diye sordum.
"Hiçbir ÅŸey. Oh, bağışlayın, unutuyordum, bazı ÅŸeyler yaptı elbette. Jackson'ın hastaneden çıktıktan sonra açtığı tazminat davasını düÅŸürdü. Åžirket, çok iyi avukatlar çalıştırır, biliyorsunuz."
"Hikâyenin tamamını anlatmadınız," dedim kendimden emin bir ÅŸekilde. "Belki de hikâyenin hepsini bilmiyorsunuz. Belki adam bir küstahlık etti."
"Küstah mı! Ha! Ha!" GülüÅŸü ÅŸeytancaydı. "Ulu Tanrım! Küstahmış! Kopuk koluyla küstah biri ha! Tam tersine, alçakgönüllü, uysal bir iÅŸçiydi, bugüne kadar kimse onun için küstah demedi."
"Ama mahkeme," diye üsteledim. "Bu davada sizin anlattıklarınızın dışında bir ÅŸey olmasaydı, mahkemede onun aleyhine karar verilmezdi."
"Şirketin baş avukatı Albay Ingram'dır.
Çok güçlü bir avukattır." Ernest kısa bir süre büyük bir ciddiyetle gözlerimin içine baktı. "Size bir öneride bulunacağım, Bayan Curıningham. Jackson olayını bir araÅŸtırın."
"Buna karar vermiştim zaten," diye karşılık verdim soğuk bir sesle.
"Pekâlâ," dedi yüzü sevinçle aydınlanarak. "Size bu adamı nerede bulabileceÄŸinizi de söyleyebilirim. Ama Jackson'ın kolu yüzünden duygularınızın nasıl deÄŸiÅŸeceÄŸini düÅŸündükçe sizin adınıza korkuyorum."
İşte Piskopos ve ben, Ernest'in meydan okumalarını böylece kabullenmiÅŸ olduk. Beni, kiÅŸiliÄŸime ve sınıfıma yöneltilen haksız bir suçlamayla baÅŸ baÅŸa bırakarak gittiler. Bu adam bir hayvandı. O an ondan nefret ediyor ve iÅŸçi sınıfından bir adamın ancak bu kadar kibar davranabileceÄŸini düÅŸünerek kendimi avutuyordum.
1- O zamanlar Amerika'da doÄŸan yerli halkla, göçmen halk arasındaki ayrım keskin ve tiksindiriciydi.
2- Bu kitap, Demir Ökçe'nin altında geçen üç yüzyıl boyunca gizlice basıldı durdu. ÇeÅŸitli baskılarından birkaç örnek, Ardis Milli Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
3- O günlerde, ulaşım araçtan yaÄŸmacı grupların (tekellerin) denetimi altındaydı ve kârları çok yüksekti.
4- Bu tür kavgalar o akla sığmaz anarÅŸik çaÄŸda çok yaygındı. Kimi zaman iÅŸçiler iÅŸi bırakırdı. Kimi zaman kapitalistler iÅŸçilerin çalışmasına izin vermezdi. Böylesi anlaÅŸmazlıkların olduÄŸu ÅŸiddet ve kargaÅŸa içinde birçok mülk talan edilir, birçok hayat kaybedilirdi. O dönemin bir baÅŸka geleneÄŸi olan, daha aÅŸağı sınıftaki insanların, eÅŸleriyle kavga ettiklerinde evdeki mobilyaları kırıp dökme alışkanlıkları gibi, bu grevlerdeki kanlı olaylar bizim aklımızın alamayacağı bir olgudur.
5- Bırakınız yapsınlar.
6- Latince proletarii sözcüÄŸünden türetilmiÅŸtir. Proletarii, Servius Tullius döneminde, devlete nesil yetiÅŸtirmek yönünde bir deÄŸeri olanlara verilen isimdi. BaÅŸka bir deyiÅŸle, servet, konum ya da istisnai kabiliyetleri yönünden hiçbir deÄŸerleri yoktu.
7- Hıristiyanlık Çağının 1906 yılının sonbahar seçimlerinde, Sosyalist Parti listesinden California ValiliÄŸi'ne aday gösterilmiÅŸti. İngiltere doÄŸumlu olan Lewis, politik ekonomi ve felsefe üzerine birçok kitabın yazandır ve zamanının Sosyalist liderlerinden biridir.
8- Tarihte, Hıristiyan Çağında, on sekizinci yüzyılın ikinci yansında İngiliz fabrikalarında çalışan, kadın ve çocuk kölelere karşı yapılanlardan daha korkunç bir sayfa daha yoktur. Böyle sanayi cehennemlerinde, o günlerin büyük servetleri elde edilmiÅŸtir.
9- Everhard, önceleri "Ayaklanma Savaşı" diye bilinen savaşı ve Güney Kilisesi'nin kölelik savunmalarını sıralasaydı, daha iyi bir örnek vermiÅŸ olurdu. Bu savunmalardan birkaçını, dönemin belgelerinden seçerek, buraya ekliyorum. M. S. 1835 yılında, Presbiteryen Kilisesi'nin Genel Kurulu ÅŸu açıklamayı yapmıştı; "Kölelik hem Eski hem de Yeni Ahit'te kabul edilmiÅŸ ve Tanrı'nın egemenliÄŸi tarafından kınanmamıştır." Charleston Baptist Cemiyeti, M. S. 1835'te ÅŸu açıklamayı yapmıştı; "Köle sahiplerinin kölelerine hükmetme hakkı, bütün her ÅŸeyi yaratan Yaratıcı tarafından açıkça tanınmıştır. Tanrı, nesnelerin mülkiyet hakkını canının istediÄŸine vermekte kesinlikle serbesttir." Virginia Randolph-Ma-con Metodist Koleji İlahiyat Profesörü Rahip E. D. Simon ÅŸunları yazmıştı; "Kutsal Kitap'taki bazı bölümler su götürmez bir ÅŸekilde köleyi mal olarak satın alma hakkını onaylamaktadır, bu hakka iliÅŸkin çeÅŸitli örnekler de verilmiÅŸtir. Satın alma ve satma hakkı açıkça belirtilmiÅŸtir. Bu konuda, Tanrı'nın buyurduÄŸu Yahudi kurallarına ya da yüzyıllardır süregiden uygulamaya ya da Yeni Ahit ve ahlak yasalarına bakacak olursak, köleliÄŸin ahlaksızca bir ÅŸey olmadığı sonucuna vardık. İlk Afrika kölelerinin yasal olarak köle ilan edildiklerini düÅŸünürsek, çocuklarının da köle olarak kabul edileceÄŸi zorunlu bir sonuçtur. Böylece Amerika'da var olan köleliÄŸin haklı olarak kurulduÄŸunu görmekteyiz."
Bu sözlerin bir kuÅŸak kadar sonra Kilise tarafından kapitalist mülkiyeti savunmak için kullanıldığını görmek ÅŸaşırtıcı olmamalıdır. Asgard'daki büyük müzede, Henry van Dyke'ın yazdığı "Uygulama Üzerine Denemeler" adlı bir kitap vardır. Bu kitap, Hıristiyanlık Çağının 1905 yılında yayımlanmıştı. Kitaptan anlayabildiÄŸimiz kadarıyla, Van Dyke bir kilise adamı olsa gerek. Bu kitap, Everhard'ın burjuvazi düÅŸüncesi diye adlandırdığı ÅŸeye iyi bir örnektir. Charleston Baptist Cemiyeti'nin yukarda alıntılanan bildirisiyle, yetmiÅŸ yıl sonra Van Dyke'ın söyledikleri arasındaki benzerliÄŸe dikkat edin; "İncil, Tanrı'nın dünyanın sahibi olduÄŸunu öÄŸretmektedir. Tanrı, genel yasalara uyarak, bu mülkünü, istediÄŸi kiÅŸiye, canının istediÄŸi gibi dağıtır."
10- O günlerde seyyar satıcı denilen binlerce yoksul vardı. Bunlar, bütün ticari mallarını yanlarında taşır, kapı kapı dolaşırlardı. Bu, enerji israfından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildi. Dağıtım, toplumun genel sistemi gibi karışık ve akıl dışıydı.