
Dışarıya adımını attığında koyu bir karanlığın içine gömüldü. Işıksız, soÄŸuk ve ıssızdı sokaklar. Elleri ceplerinde, küçük adımlarla, acelesiz, telaÅŸsız bir tavırla yürümeye baÅŸladı. Her adım bir diÄŸerinin aynı. Bildik sokaklar, tanıdık binalar, sadece kafasının içindekiler yabancı. Düzensiz, dağınık düÅŸünceler silsilesi.
Ne çok severdi eskiden bu semti. Daracık sokaklarını, eski binalarını, sokakta oynayan çocuklarını, güler yüzlü esnafını… eskiden…
Ne güler yüzlü esnaf, ne sokakta oynayan çocuklar, ne de eski binalar kaldı. DeÄŸiÅŸti her ÅŸey, deÄŸiÅŸmeyen tek ÅŸey daracık sokaklar. Onların da artık sevilecek bir yanı kalmadı. Araç çokluÄŸu, insan kalabalığı, kapı önlerine dizilen tezgahlar, yürüyecek, nefes alacak alan bırakmadı.
Åžimdi sessiz… Saat ayarlarıyla oynanmadığından beri karanlık sabahlarda daha bir sessiz İstanbul. SessizliÄŸin içinde yürüdü. Gökyüzüne çevirdi başını, gökyüzü de sokaklar kadar ıssız ve karanlık. Hafiften bir yaÄŸmur baÅŸladı. Islanmaktan, karanlıktan, sessizlikten korkmazdı. Tek korkusu insanlar. Sevgiyi unutan, savaşı savunan, nefrete bulanan, her geçen gün daha da vahÅŸileÅŸen insanlar…
Çocukken ona devasa gelen surlar çıktı karşısına. İstanbul’u sarıp sarmalayan uçsuz bucaksız gibi gözüken surlar. YaÄŸmurun altında durup bir süre seyretti nice savaÅŸlara, nice ölümlere seyirci olan artık tarih deÄŸil, kötü restorasyon kokan bu taÅŸtan duvarları. Gökyüzü, sokaklar, kaldırımlar, surlar, her ÅŸey çirkin gözüktü gözüne. Yürümeye devam etti. Kayıtsızca geçti, kapı isimlerini sürekli karıştıran taksicilerin, “el heykeli bulunan kapı” olarak nitelendirdiÄŸi Belgradkapı’dan. Kapı çıkışında her sabah onu karşılayan heykelin etrafındaki toprak yığınını görünce ÅŸaşırdı. Ne ara kazmışlardı burayı! Bir önceki gün heybetiyle gelip geçenleri selamlayan heykel; “Barış ve kültür heykeli” [1] yaÄŸan yaÄŸmurun altında, yarı beline kadar gömüldüÄŸü toprak yığınının arasında çok savunmasız göründü gözüne. Barışı savunan, savaÅŸlar olmasın!, insanlar ölmesin! diye bağıran bir avuç insan kadar savunmasız. Bir ürperti kapladı tüm bedenini. Ardından küçük bir umut. Heykel yıkılmamıştı henüz, dimdik ayaktaydı. Çevresini saran toprak yığınından sıyrılıp, tertemiz gökyüzünün altında ışıldayabilirdi hala.
Adımlarını hızlandırdı. Yine umutsuzluÄŸa kapıldı. Sessizlik ve ıssızlık surların içinde kalmıştı. Korna sesleri, o bildik insan kalabalığı, tıka basa dolu toplu taşıma araçları... KargaÅŸanın ve karmaÅŸanın ÅŸehri uzanıyordu ayaklarının altında. Kaçmak, kurtulmak istedi. Hep aynı duyguların içine düÅŸüren, hep aynı düÅŸüncelerle boÄŸuÅŸturan birbirinin aynı günlerden, mecburiyetlerin sarmaladığı, heyecansız, mutsuz, ruhsuz anlardan sıyrılıp kurtulmak istedi.
Sokakta iÅŸlerine yetiÅŸmek için telaÅŸla koÅŸturanlar, birbirini hırpalayanlar, gülümsemeyi unutanlar birer birer geçtiler önünden. Aynaya bakar gibi baktı önünden geçen her yüze. BeÄŸenmediÄŸi, burun kıvırdığı, düÅŸmanca yaklaÅŸtığı, sevmediÄŸi her insan onun bir yansımasıydı aslında. Åžikayet ettiÄŸi herkes gibiydi. Herkes gibi yorgun, herkes gibi korkak, herkes gibi umursamaz, herkes gibi kendi hayatının kumlarına gömülmüÅŸ, herkes gibi kaybolmuÅŸ.
DeÄŸiÅŸmekten bahsederdi her zaman, iyilikten, güzellikten, sevgiden… DeÄŸiÅŸimi kendinde baÅŸlatmadıktan sonra en kolayı konuÅŸmaktı. Kendini deÄŸiÅŸtirmeden, dünyayı deÄŸiÅŸtirmeye çalışması, sürekli eleÅŸtirmesi bencilliÄŸin, ben merkezciliÄŸin, her ÅŸeyi ben bilirciliÄŸin cilalı yansımasından ibaretti.
Uzaktan gelen minibüsü gördü… YaÄŸmur yaÄŸmaya devam ediyordu. Elini kaldıracaktı, vazgeçti.
Kaldırımın kenarına oturdu, toprak yığınının arasından gökyüzüne doÄŸru dimdik uzanan heykele dikti gözlerini…
Hayallere daldı...
***
Siren sesiyle kendine geldi. İki polis memuru indi arabadan. YaÄŸmur altında kaldırım kenarında oturup yükseklere bakan bir insan görüntüsünü ÅŸüpheli ve garip bulmuÅŸ olmalıydılar.
“Ne yapıyorsunuz burada” diye sordu içlerinden kısmen daha uzun olanı.
Üniformaları severdi, çocukken…
“Hiç, hiçbir ÅŸey yapmıyorum” dedi, kendinin bile zor duyduÄŸu titrek sesiyle.
Uzun uzun yüzüne baktılar, o suçluymuÅŸçasına gözlerini kaçırdı. Sessizlik…
Diğeri konuştu bu sefer, kısmen daha kısa olanı;
“Caddenin en iÅŸlek yerinde kaldırımda oturuyorsunuz. Burada oturmanız tehlikeli!”
“Yorgunum” dedi. “Çok yorgunum…”
Ağır hareketlerle kalktı yerinden. “İyi günler” dileyerek yürümeye baÅŸladı. Arkasından seslenmelerini, “Dur!” demelerini bekledi. Sessizlik…
Sürekli bombaların patladığı, terör saldırılarının olduÄŸu, OHAL’lerin bitmediÄŸi bir ülkede, küçük bir kimlik taraması bile yapılmadan, böylesine kolayca çekip gidebilmesine ÅŸaşırdı.
Anlam veremese de suçlu gibi hissetti kendini. Kaldırımda oturmanın suç olabilme düÅŸüncesini kim, nasıl yerleÅŸtirmiÅŸti zihnine? Çocukken yolda motorlu polisleri gördüÄŸünde çocuksu heyecanıyla el salladığı günlerin güveni, ne zaman güvensizliÄŸe, korkuya dönüÅŸmüÅŸtü.
Oysaki korkmasını gerektirecek hiçbir ÅŸey yoktu. Kimseyi öldürmemiÅŸ, kimsenin malını çalmamış, kimseyi incitmemiÅŸti. Sıradan bir vatandaÅŸtı o. Her sabah aynı saatte kalkıp, aynı yolları yürüyüp, aynı minibüse binip iÅŸine giden, akÅŸam aynı saatte aynı ritüeli tekrarlayıp evine dönen, ekmek parasının peÅŸinde sayılı günlerini tüketen sıradan bir vatandaÅŸ.
YaÄŸmur dinmiÅŸti… Toprak kokusu geliyordu burnuna. Etrafına baktı, demir parmaklıklarla çevrelenen bir parkın yanından geçiyordu. Kapısını aradı gözleri, bulamadı. Korunması gereken toprak parçaları, son kırıntılar demirlerin ardına hapsedilmiÅŸti… Bir daha bu kokuyu bulamayacağı korkusuyla, alabileceÄŸi en derin nefesi aldı. Kaybolup gitmesin diye, yaÄŸmurla harmanlanmış kokuyu içinde tuttu bir süre.
Yapılan çalışmalar nedeniyle, her yanı sarıp sarmalanmış sahil ÅŸeridine takıldı gözü. Küçük bir aradan denizi gördü. DüÅŸüncelere dalıp sahile kadar inmiÅŸti farkına varmadan. Saate baktı, ardından yoldan geçen araçlara, taksilere. Geç kalmıştı… Gün sıradanlığını yitirmiÅŸti artık. Gitmesi gereken istikametin tam ters yönüne doÄŸru ilerledi. Esen rüzgara döndü yüzünü, denizi çekti içine. Hislerinde en ufak bir deÄŸiÅŸiklik olmadı. Hala yorgun, hala mutsuz, hala bezgindi… ve hala çirkindi her ÅŸey…
Samatya’ya, anılarının, mutlu günlerinin sahiline, çocukluÄŸuna doÄŸru yürüdü. Sahil kıyısına dizilen sandalları aradı gözleri. Adına park denilen mevsimlik çiçeklerin dikildiÄŸi, yeÅŸilden uzak, doÄŸadan kopuk küçük toprak parçalarından, beton yığınlarından, ÅŸekilsiz banklardan baÅŸka bir ÅŸey göremedi. GüzelleÅŸtirmek adınaydı tüm yapılanlar, halkı rahata erdirmek, huzura kavuÅŸturmak adına! Nefes alınacak bir alan bırakmayıncaya dek güzelleÅŸtirilen!, herkesin hayallerini süsleyen ÅŸehre sırtını döndü. Denize baktı son kez, gözlerini yumdu… Beyninde yankılanan ÅŸehrin kalabalığını susturdu, dalgalara kulak verdi. Devasa bir dalga vurdu kıyıya, kayalıkları aÅŸtı, onu da içine katıp, otuz yıl öncesine yol aldı…
***
8 yaşında bir çocuk. Kendi küçücük dünyasının içinde mutlu. Süslü püslü olmayan, kahverengi, minik ve çirkin bir ayısı var. Ama çocuk çok seviyor onu, her gün onunla konuÅŸuyor. Dertlerini, mutluluklarını onunla paylaşıyor. Paylaşırken de korkuyor. Acaba bir gün ayıcığın içini açarlarsa tüm anlattıkları ortaya çıkar mı diye. Merak edip deniyor bir gün. Ayıcığın sol göÄŸsünün üzerine tam da kalbinin olduÄŸunu düÅŸündüÄŸü yere bir kesik atıyor. Çünkü her türlü duygunun kalpte saklandığını düÅŸünüyor. Parmaklarıyla aralıyor kesiÄŸi, sadece pamuÄŸa benzer ÅŸeyler var içinde. Aradığını bulamıyor. Annesi fark edince kızıyor ve “Oyuncaklar kesilmez!” diyerek hemen dikiyor çocuÄŸun açtığı kesiÄŸi. Çocuk hala huzursuz… İlk fırsatta dikilen yeri söküp, yeniden araÅŸtırıyor ayıcığın kalbini. Yok… Pamuktan baÅŸka bir ÅŸey yok… Kaç kere tekrarlanıyor bu bilmiyor. Ayıcığın yüreÄŸinin olduÄŸu bölüm defalarca kesilip, dikiliyor. Annesi neden kestiÄŸini sorduÄŸunda, “Cep yapıyorum ben ona, mendil takacağım oraya” diye yanıtlıyor. Zaman geçiyor, annesi dikmekten vazgeçiyor ama çocuk ayıcığın içine bakmaktan vazgeçmiyor… Hala korkuyor…
Çocuk 9 yaşında, havalar ısınmış, yaz gelmiÅŸ. Mutlu… Çünkü yaz geldiÄŸinde her Pazar Samatya’ya götürüyor babası onu, kardeÅŸini ve ailenin diÄŸer çocuklarını. En sevdiÄŸi günler o sıcak Pazar günleri. Kışı ve soÄŸuk havaları sevmiyor.
NeÅŸeyle çıkıyor yola, Samatya’ya inen yüksek yokuÅŸlardan coÅŸkuyla geçiyor. Samatya meydanında çekincesizce koÅŸuyor. Sahil kenarına iniyorlar. Deniz ve yosun kokusunu çekiyor içine. Balıkçıların sohbetlerine kulak kabartıyor, anlamıyor ne dediklerini. Umurunda da deÄŸil zaten, onun gözü rengârenk sandallarda. Kafasında yankılanan tek soru; Acaba babası onları bugün sandalla gezintiye çıkartacak mı?
Tren sesiyle irkiliyor. Sandal gezisini unutup, geçen treni seyrediyor, gözleri ışıldıyor. Çok seviyor trenleri, ne güzel ÅŸey tren, ne kadar büyük, ne kadar uzun… Kollarını açıyor iki yana, kucaklayamıyor treni. Babası kollarını açsa kucaklayabilir mi?
Hayran hayran seyrediyor geçen treni. Rayların kenarında oturanlar ne kadar ÅŸanslı diye düÅŸünüyor, her gün trenin geçiÅŸini seyredebiliyorlar. El sallıyor giden trenin ardından. Åžimdi yeniden babasında gözleri. İlgisini çekmeye çalışıyor ancak o arkadaÅŸlarıyla sohbet ediyor. Sohbet kesiliyor birden ve babası “Sandalla gezmek ister misiniz?” diye soruyor. Kalbi kanat çırpıyor o an… Evet, evet, evet diye bağırmak istiyor, susuyor… DiÄŸer çocuklar bağırıyorlar hep bir ağızdan: “EVEEEEEEEEET!”
İçinden bağırıyor o. Çünkü söyleyemez duygularını. DüÅŸüncelerini dile getiremez. Bir kendi, bir de ayıcığı bilir ne hissettiÄŸini.
Balıkçı amcaların da yardımlarıyla metal merdivenlerden kayalıklara inip, sandala biniyorlar. Babası asılıyor küreklere. Ne kadar güçlü! Sandal yavaÅŸ yavaÅŸ süzülmeye baÅŸlıyor denizde. Etrafı seyrediyor, surları, tren istasyonunu, ahÅŸap evleri, denizi… en çok da denizi… DüÅŸersem boÄŸulur muyum diye düÅŸünüyor birden. Yok, boÄŸulmaz, babası yüzme biliyor kurtarır onu. Peki ya hepsi birden düÅŸerse? Babası bütün çocukları kurtaramaz ki! Korkuyor…
Arkasından bir el dokunuyor omzuna. Daldığı rüyadan uyandırıyor onu. “Hop! Evladım! Ne yapıyorsun? Denize düÅŸeceksin!..”
Åžimdi ki zamana dönüyor. Beton yığınlarının esiri olmuÅŸ yeni, modern! İstanbul’a açıyor gözlerini.
Ayıcık, tren, sandal, deniz, babası kayboluyor…
Sadece korku, geçmiÅŸten geleceÄŸe bir tek o kalıyor… Ölesiye korkuyor…
***
Arkasına döndü yavaÅŸça. YaÅŸlı bir amcanın tedirgin gözleriyle karşılaÅŸtı. DurduÄŸu yeri düÅŸününce gülümsedi. Güne uyandığından beri ilk gülümseme. İlk yaÅŸam belirtisi.
“Anılarımı seyrediyorum” dedi, amcayı korkuttuÄŸunu düÅŸündüÄŸü için biraz mahcup.
“Anılar güzeldir”, dedi amca.
Anılar? Güzel miydi? Sustu… Soramadı…
Ak saçlarını kapatan beresini yorgun elleriyle düzeltirken, düÅŸüncelerini okumuÅŸçasına devam etti amca;
“İyisiyle, kötüsüyle anılar güzeldir. YaÅŸadığını hissettirir insana. DirendiÄŸini, yıkılmadığını, hayata sımsıkı tutunduÄŸunu hissettirir.”
Oktay Rıfat’ın dizeleri çınladı kulaklarında;
Hep yaşadığımı hatırlatıyorum kendime
Diyorum ki iÅŸin acele
Bir gün ne el kalacak tutmak için
Ne yürümek için bacak
Ne bulutların seyri
Ne de bir hatıra dünyamızdan
Çünkü hatıralar kuÅŸlar gibi
Dal ister konacak
“AÄŸaçlar” dedi, kendisinin bile zor duyduÄŸu sesiyle, “AÄŸaç bırakmadılar, kuÅŸlar nereye konacak?”
“Gel evladım”, dedi amca. “ÜÅŸümüÅŸsün sen, ıslanmışsın da, bir sıcak çayımı iç.”
İtiraz etmedi, küçük bir çocukmuÅŸçasına takıldı peÅŸine. Samatya’nın dar sokaklarından birinde, küçük, köhne bir dükkana girdiler. Kapı giriÅŸinde onu sarıp sarmalayan, sıcak, huzur veren, tanıdık bir koku vurdu yüzüne. Toza bulanmış kağıt kokusu.
“İşte” dedi amca kollarını iki yana açarak, “kuÅŸların konacağı aÄŸaçlar burada. Bunlara konacak kuÅŸlar ve yeni aÄŸaçlar yeÅŸerecek, yeni filizler hayat bulacak burada.”
“Ne çok kitap var burada” dedi, coÅŸkuyla.
Amca tamamladı sözlerini; “ve ne çok yaÅŸanmışlık”.
Adının Recep olduÄŸunu öÄŸrendiÄŸi 12-13 yaÅŸlarında bir çocuk göründü kapıda.
Sımsıcak çay kokusu süzüldü odaya. Bir anlığına gözlerini yumdu, havada ki huzuru soludu.
“Recep gel evladım, masaya bırakıver çayları” dedi amca.
Çevik hareketlerle masaya çayları bırakan Recep, “Afiyet olsun Bahri amca” diyerek uçarcasına çıktı kapıdan.
“Anılar” dedi amca, “Kimileri bu sayfaların arasında, kimileri gözlerinin arkasında. Anılara sımsıkı tutun, ÅŸayet istersen onlar sana umudu taşıyacaklar. Bu tozlu raflar senin beynin. Yıkık, bezgin, kopuksan, raflarda Selim’i, Turgut’u, Aylak Adamı arar gözlerin, zihninde karanlık anıları aradığın gibi, mücadele etmek istediÄŸinde Jean Valjean ile yollara düÅŸersin, sevginin en saf haliyle dolmuÅŸsa yüreÄŸin Raif Efendi’nin içinde yaÅŸattığı Madonna’sına sığınırsın, özgürlüÄŸün elinden alındığını düÅŸündüÄŸünde Demir Ökçelerle, Big Brother’larla savaşırken bulursun kendini…“
Küçük bir sessizlikten sonra fısıldadı;
“Anıların...” dedi, “Senin anıların da bu raflarda. Bak, onlar her ÅŸeye raÄŸmen hala dimdik ayakta.”
Bunları söylerken yanında ki pikaba uzandı Bahri amca, plağın üzerine iÄŸneyi usulcacık bıraktı.
Müzeyyen Senar’ın muhteÅŸem sesi yayıldı, kâğıt kokusuyla harmanlanmış havaya.
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına.
Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına. [2]
Ve anlatmaya başladı Bahri Amca.
EÅŸim çok severdi bu ÅŸarkıyı. Her akÅŸam istisnasız dinlerdi. Takılırdım arada ona;
“Yolculuk nereye hanım? Ne çabuk bıktın benden?” diye sorardım.
Yüzünde mahcup bir ifadeyle; “Senden bıkar mıyım hiç bey, sen benim hayat arkadaşım, can yoldaşımsın” derdi usulca. Ardından gözlerini kaçırarak eklerdi;
“Hepimiz misafir deÄŸil miyiz bu dünyada? GideceÄŸiz elbet bir gün. Gitmek mesele deÄŸil de, giderken elini tutanı olmalı insanın.”
Telefon geldiÄŸinde ben buradan çok uzaklardaydım. Atladım ilk otobüse, kalbim kuÅŸ gibi kanat çırpıyor, kulaklarımda onun sözleri. “Ya yetiÅŸemezsem, ya tutamazsam elini?” Nasıl geldiÄŸimi bilemedim İstanbul’a. Feri sönmüÅŸ gözleri ışıldadı beni görünce. “Çok korktum.” dedi. “Elimi tutan olmaz diye çok korktum.” O gün bugündür hiç bırakmadım ellerini. Avuçlarımda hala sıcaklığı var.
Onun gidiÅŸiyle bu ÅŸarkının vurgunu oldum. Bu ÅŸarkı ondan miras kaldı bana. Her gün dinlerim. Anılarımda ki sesiyle eÅŸlik eder hala bana.
Anılar güzeldir evlat. Anılarımız olmasaydı, nasıl tutunurdum ben hayata. Çok zor günlerimizde oldu bizim. İniÅŸli çıkışlı, bir küs bir barışık anlarımız oldu. Kabullendik sonunda birbirimizi, sevgiden önce saygı duymayı öÄŸrendik... Eksikliklerimizi birbirimizde tamamladık, hayata deÄŸil, birbirimize tutunduk sımsıkı ve hiç bırakmadık.
İki kızım var. Yuvadan uçup uzaklara konan iki küçük kar tanesi.
Fırsat buldukça geliyorlar. İşler, çocuklar, geçim derdi, zor. Mutlu olsunlar da gerisi önemli deÄŸil. Bir de hasret olmasa…
Kafanı ÅŸiÅŸirdim evladım. Seni öyle dalgın, deniz kenarında, duvarın ucunda görünce…
Sustu… Derin bir sessizlikten sonra devam etti.
Yitirdiklerimizle, kaybettiklerimizle, ulaşamadıklarımızla, arayıp da bulamadıklarımızla, olmasını isteyip de olduramadıklarımızla hayat zor. Bak dışarda binlerce, milyonlarca can var. Hepsi kendi hayatını yazma peşinde. Hepsi arayışta. Ama aynı zamanda hepsi bir diğerinin hayatının kopyasını yaşama derdinde. Kendi olmayı bilmiyor insan evladı.
Elleriyle rafları gösterdi yeniden.
Bak burada tüm hayatlar, tüm dünyanın derdi burada. Okumayanlar neyse de, okuyup da ders almayanlar var. Oysa neler anlatılır bu sayfaların arasında. Acılar, mutluluklar, açlıklar, savaÅŸlar, zenginlikler, aÅŸklar, katliamlar, yalnızlıklar… ama en çok da insanlar…
Mesela sen varsın bu tozlu rafların arasında, ben varım, çaycının çırağı Recep var, elinde alışveriÅŸ poÅŸetleri, topuklu ayakkabılarıyla kaldırımı döven hanım kızımız var, okul çıkışı bağıra çağıra evlerine koÅŸan çocuklarımız var, yönetmekten aciz yöneticilerimiz var, her ÅŸeyi ben bilirimciler, ben ne dersem o olurcular, boyun eÄŸenler ve onlara karşı direnenler var.
YüreÄŸin daraldığında, bırak kendini kitapların büyülü satırlarına. Her satırda kendini sorgula, anılarına dön, hayallerini büyüt, insanı gör, hayatı tanı. Bu kitapların arasında hiçbir yerden edinemeyeceÄŸin kadar yaÅŸanmışlık, hiç bir yerden alamayacağın kadar bilgi, hiç kimsenin sana veremeyeceÄŸi kadar öÄŸüt var. Bu raflarda koca bir evren saklı…
***
Bahri amcanın sözlerini de yanına alıp, sahile doÄŸru yürüdü yeniden. Yeni açılan çay bahçelerinden birine oturdu. Kitapları küçüklüÄŸünden beri ne çok sevdiÄŸini düÅŸündü. Evinde, sadece ona ait olduÄŸunu düÅŸündüÄŸü tek alanda bir çok defter vardı okuduÄŸu kitaplardan aldığı notları barındıran.
Okumak… Okumak nefes almak kadar elzemdi onun dünyasında.
Gelen garsonu başından bir an önce savmak için bir çay söyledi. Çantasından dün akÅŸam baÅŸladığı, minibüste okumaya devam etmeyi planladığı Kırmızı Pazartesi’yi çıkardı özenle. Kitapları… onun deÄŸerlileriydi. Ne çizmeye, ne de uçlarını kıvırmaya kıyardı. Koklardı sayfalarını birer birer, sayfalarında barındırdığı yaÅŸanmışlıkları içine çekermiÅŸçesine.
Uzun uzun seyretti kitabın kapağını. Kocaman bir tavÅŸan, eli bıçaklı birbirinin benzeri iki adam, elinde kan kırmızısı güllerle bir gelin, gelinin yamacında bir gelin yatağı, yatakta bir daktilo, arka fonda evler ve insanlar… koÅŸuÅŸturan, hayatın akışı içine kendini kaptırmış, sessiz, suskun insanlar…
Seneler önce okumuÅŸtu bu kitabı. Unuttuklarını hatırlamak için ikinci kez okumaya karar vermiÅŸti. Hafızası her geçen gün oyunlar oynuyordu ona. Beyninin en ücra köÅŸelerine attıklarına eriÅŸemiyor, aradıklarına ulaÅŸmakta zorluk çekiyordu. Her zaman yaptığı gibi tek çareyi kitaplara sığınmakta buluyordu.
Ne güzel anlatmıştı Bahri amca kitapların büyüsünü. Ama o söyleyememiÅŸti kitapların onun dünyasını oluÅŸturduÄŸunu. Lal olmuÅŸtu dili yine… SusmuÅŸtu…
Oysa ne çok konuÅŸurdu arkadaÅŸ ortamlarında. MuhalifliÄŸiyle tanınırdı. Nefes almadan saatlerce savunurdu düÅŸüncelerini. Bir an gelir kendi söylediklerinin çeliÅŸkisini fark edip, kendine muhalif bir tavır sergiler, gerçekçi olmaya çalışırdı.
Gerçekler…
Sahi neydi gerçek olan. DüÅŸleri mi, yaÅŸadıkları mı? Savundukları mı, yok saydıkları mı? Gerçek denilen ÅŸey neydi? Nerde baÅŸlar, nerde biterdi?
“Herkesin inancı kendine” sözü gibi, herkesin gerçeÄŸi de kendine miydi?
DüÅŸüncelerini elinin tersiyle itti bir kenara. Santiago Nasar’ın hazin öyküsüne devam etti kaldığı yerden. Orada ki insanlar kadar umursamaz, orada ki insanlar kadar kör, orada ki insanlar kadar suskun…
“Santiago Nasar, yaptığı kötülüÄŸün kefaretini ödemiÅŸ, Vicario kardeÅŸler erkekliklerini kanıtlamışlardı, aldatılan kız kardeÅŸ de namusunu yeniden kazanmıştı. Her ÅŸeyini kaybeden tek kiÅŸi Bayardo San Român olmuÅŸtu.” [3]
Soluksuz okudu kalan otuz sayfayı. Garsonun getirdiÄŸi çay soÄŸumuÅŸtu. Yenisini söyledi, okuduklarını hazmetmeye çalışırken.
Bilip de susanlar, görüp de kabullenmeyenler, nasıl olsa bir ÅŸey olmaz mantığının rahatlığına sığınanlar, duyup da duymazlıktan gelenler, hıncını, hırsını, nefretini köreltemeyenler, umursamayanlar, vurdumduymazlar, deneyip vazgeçenler, elimden bir ÅŸey gelmezciler, ölüm çanları çalarken bana dokunmayan bin yaÅŸasıncılar, rahatları kaçmasın diye pencereleri kapatanlar… insanlar… insanlar… insanlar… memleketin, dünyanın, evrenin, evrimleÅŸmiÅŸ! insanları…
Martı çığlıkları düÅŸüncelerini böldü. YaÄŸmur sonrası bulutları çekilmiÅŸ, masmavi bir gökyüzü karşıladı onu kafasını kaldırdığında. Yüzlerce martı çığlıklar atarak kanat çırpıyorlardı. Martı çığlıkları hep korkuturdu onu. Canlarının yandığını hissederdi her duyduÄŸunda. Oysa ki onlar bir yandan çığlıklar atıp, diÄŸer yandan korkusuzca süzülürlerdi göklerde, zafer naraları atıyorlarmışcasına.
Deniz kenarında martı görmek alışıldık bir ÅŸeydi. Vapurların ardı sıra uçan martılara az mı simit atmıştı çocukken. Attığı simit parçacıklarını havada kaptıklarında, çocukça bir coÅŸkuyla dolardı içi. Babaannesine seslenirdi, duysun diye kolunu çekiÅŸtirirdi. “Bak babaanne, havada kaptılar attığım simidi. Babaneeeeeeee ama görmedin ki! Yaaaa, ama bakmıyorsun ki! Bak ÅŸimdi yeniden atacağım, gözlerini ayırma taam mı?”
Bakardı babaannesi. Bakmayıp da ne yapsın. Yoksa, hiç susmadan bağırıp duracak torunu.
Sık sık yaptıkları bir ÅŸeydi bu. Eminönü’nden bindikleri vapurdan karşı kıyıda iner, sahil kenarında ki çiçekçileri gezer, bazen bir bankta oturur, gerisin geri Eminönü kıyılarına geri dönerlerdi. Çok severdi babaannesi Eminönü’nde balık ekmek yemeÄŸi. Hiç üÅŸenmez, sakat ayağı, koltuk deÄŸnekleriyle biner otobüse, sadece balık ekmek yemek için inerdi Eminönü’ne. Onun yaÅŸam sevincini özlerdi kendini yorgun hissettiÄŸinde. Dopdolu, canlı bir ruhu vardı babaannesinin.
Bir gün eve geldiÄŸinde kıpkırmızı bir elbise vermiÅŸti ona babaannesi. İnce askılı, ayaklarına kadar inen, üstünde sarımsı, yeÅŸilimsi çiçeklerin olduÄŸu kırmızı bir elbise. Sana aldım demiÅŸti gülümseyerek. Yazın ferah ferah, tiril tiril giyersin. Bir babaannesine, bir de elbiseye bakıp, ben bunu giyemem ki demiÅŸti. Çok açık bu, ayrıca çok renkli. Hiç bana göre deÄŸil.
Sen ne anlarsın zaten, diye çıkışmıştı babaannesi, ruhun yaÅŸlı senin demiÅŸti. Sanırsın ki altmış yaşında. Kızım ÅŸimdi giyemeyeceksin de ne zaman giyeceksin bunları. Ne güzel iÅŸte, gençliÄŸine uygun, rengarenk, capcanlı. Amaaan sende demiÅŸti ardından, kocakarı gibi giyinmeyi pek de seviyorsun, kime çektin bilmem ki?
Babaannesini kırdığını düÅŸünüp, sarılmıştı boynuna. Tamam tamam sen almışsın giyerim. GiymiÅŸti elbiseyi, ama sadece tatil beldelerinde. Sonra da evde giymeye devam etti. Hala da durur dolabında, atmaya kıyamaz. Her yaz bir kere evde giyer onu, sonra yeniden ait olduÄŸu yere, dolabına kaldırırdı.
Anıları onun yaÅŸamla arasındaki baÄŸlardı. Tıpkı Bahri amcanın dediÄŸi gibi. UmutsuzluÄŸa her düÅŸtüÄŸünde anılarına sığınırdı.
Neden her ÅŸey geriye, geçmiÅŸe döndürüyordu bugün onu? Martılar diyordu en son. Deniz kenarlarında ki martılar. Åžehre inmiÅŸlerdi. Gülümseyerek Zülfü Livaneli’nin Son Ada’sını anımsadı.
"Biz boyun eÄŸdiÄŸimiz ve adım adım içine sürüklendiÄŸimiz zulmün ne kadar kötüleÅŸebileceÄŸini tahmin edemediÄŸimiz için yenilmiÅŸtik. Daha o aÄŸaçlar kesildiÄŸi, bakkalın masum oÄŸlu dövüldüÄŸü zaman ses çıkarmalı, baÅŸkaldırmalıydık. Bunu yapmamıştık. BaÅŸkanın attığı her adımı büyük bir saflıkla kabul etmiÅŸtik. Martılar ise karşı koydukları ve uzlaÅŸmadıkları için kazanmıştı." [4]
Åžehrin her köÅŸesinde, her çöplükte martı görmek mümkündü artık. Hiçbir bilimsel açıklaması olmamasına, hiç araÅŸtırmamasına karşın aç kaldıklarına yoruyordu bunu. Martılar açtılar, açlıktan kırıldıkları, sefalet içinde oldukları için nereye konacaklarını bilmeden, kokulara hücum ediyorlardı. Öyle düÅŸünüyordu. Yoksa neden güzelim denizi bırakıp, devasa binaların olduÄŸu, gökdelenlerin korku saldığı ÅŸehre insinlerdi ki?
“AÅŸk buyurmuÅŸ gelmiÅŸ yani. İki günlük dünya fani.” diyen, kulak tırmalayan, tüm dünyasını yerle bir eden bir sesle sarsıldı. Ne martılar kaldı, ne de babaannesinin o güzelim hatırası. AÅŸk… AÅŸkı ayaklar altına alan ÅŸarkılar revaçtaydı artık. Kafasını iki yana salladı, çantasında böyle anlar için hazır bulunduÄŸu kulaklıklarını çıkarırken. Erol Evgin’in için ısıtan sesine bıraktı kendini. Dünya dönmeye devam edebilirdi, o alıp başını gitmek istiyordu.
YüreÄŸinin sızısı hiç dinmediÄŸi için, içindeki yangın hiç sönmediÄŸi için gitmek istiyordu. Yalan kelimelerden, yıpranmış duygulardan, vefasız insanlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Direnmekten vazgeçmek, var olmanın acısını duyumsayarak yok olmak istiyordu. Tüm benliÄŸini yitirmek, acıtan her ÅŸeyden kurtulmak istiyordu. Hiç olmak, hiçliÄŸin yokluÄŸunda kaybolmak istiyordu.
Devam edecek... Umarım...
[1] Barış ve kültür heykeli: Bu bölgede yaÅŸayan Türk, Rum ve Ermeni halklarını simgeleyen üç elin üzerinde yükselen yarım dünya ve bu yarım dünyanın içinde barışın simgesi üç zeytin dalından oluÅŸan Belgradkapı çıkışında bulunan heykel.
[2] Bestesi Kaptanzade Ali Rıza Bey’e, güftesi Ömer Bedrettin UÅŸaklı’ya ait hicaz makamındaki eser.
[3] Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi, Can Yayınları, 51.basım, Ağustos, 2016, s:76
[4] Zülfü Livaneli, Son Ada, DoÄŸan Kitap.
FotoÄŸraflar Kitap DüÅŸlerine aittir.